Sinan Canan İle Fütürizm Üzerine

Röportaj: Haluk Polat

Fütürizm, gelecek kehanetlerinden çok daha fazlası ama gaybın bilgisi de değil. Belirsizliklerden, hayallerden, planlardan, programlardan, reklamlardan ilahi ahir geleceğe dair her şeyden beslenen bir çalışma alanı. Peki, Fütürizm; Bilim kurgu, ütopya ve distopyalar arasına sıkışmış çağdaş tahakküm araçlarından biri mi yoksa kaçırdığımız dünya gerçeklerinden biri mi? Fütürizm ile insanın, Müslümanın ve insanlığın ilişkisi nedir? Gelecekte nasıl bir dünya bizi bekliyor veya insanlar dünyaya nasıl bir gelecek sunmaya hazırlanıyor? Bütün bu soruların ve daha fazlasının cevaplarını Nörolobiyolog, davranış bilimci, yazar ve düşünür Prof. Dr. Sinan Canan ile yaptığımız röportajda bulabileceksiniz. Her geçen gün hayatımıza daha çok giren teknolojik yenilikler ve onunla paralel olarak artış gösteren fütürist senaryolara karşı olan biteni anlamak için iyi bir başlangıç olacağına inandığımız röportajımızla sizleri baş başa bırakıyoruz.

Haluk Polat: Bildiğiniz gibi dünyada fütürizm çalışmalarının ekseriyeti batı merkezci, maddiyat ve teknoloji odaklı. Fütüristlerin ise çoğu teknolojist ve dolaysıyla teknolojiden bağımsız bir gelecek tasavvuruna pek denk gelemiyoruz. Fütürizm çalışmalarının teknolojiye bu denli odaklı olması hakkında ne söylemek istersiniz?

Sinan Canan: Genellikle gelecek ile alakalı derdi olan insanlar çok hızlı değişim içinde yaşayan insanlar oluyor. Bunlar da genellikle şehirli, yüksek teknolojiye bağımlı yaşayan ve değişen her teknoloji ile hayatlarını yaşam şartlarını az ya da çok değiştirmek zorunda olan insanlar. Mesela kırsal kesimde yaşayan insanların bu kadar derin bir gelecek kaygısı ya da gelecekte ne olacağına dair bir belirsizlik yada endişeleri çok fazla yok. Çünkü kırsal kesimde düzen çok daha az ve yavaş değişiyor. Fakat günümüzün şehirli insanının dertleri daha ziyade bütün alanlarla ilgili olduğu için fütürizm alanında da ki endişelerde muhtemelen şehirli ve teknolojiye bağımlı insanın telaşlarından oluşuyor. Bunu da aslında normal buluyorum.

Haluk Polat: Hala dünyanın önemli bir çoğunluğu kırsal bölgelerde yaşıyor ve zamanın çok gerisinde bir teknolojik hayata sahip; durum bu iken kentsel, megapolitan ve teknolojist bir gelecek dünya için nasıl mümkün olabilir? Olumlu veya olumsuz her halükarda teknolojiden bağımsız bir gelecek tasavvur edilememesini neye bağlıyorsunuz? Başka bir ihtimal yok mu sizce de?

Sinan Canan: Yine biraz önce dediğim gibi fütürizm yada gelecek sorunsalı daha teknolojik daha kentsel insanla ilgili bir durum. Ebetteki alternatifler her zaman var. Ama buradaki temel korku şuradan kaynaklanıyor: Bir teknolojik değişim yahut bir teknolojik felaket yine şehirli insanı ağırlıklı olarak vuracak ve kırsal insan hayat tarzında çok da etkili olmayacak. Fakat şöyle temel bir meselemiz var ki ilerleyen yıllarda bunun ciddiyeti daha da artacak. Hatırladığım kadarıyla 2030 yılında dünyanın yarısının şehirlerde yaşamaya başlayacağı hesap ediliyor. Yani insanlar artık kırsaldan şehre göçüyor, daha zihin yoğun işlerle uğraşma gibi bir eğilim artıyor. Bu da dolaysıyla şehirli ve teknolojik bazı gelecek sorunlarını bizim gündemimize daha çok sokuyor. Yoksa teknolojiyi ilgilendiren bir sıkıntı durumunda elbette bir alternatif başka bir yol var. O da kırsalda bir şekilde şehirden ve teknolojiden uzakta yaşayan insanlar hayatlarını olduğu gibi sürdürecekleri gereceği. Elbette bu felaket herkesi bir şekilde vuracak ama yine kırsal insanı çok daha fazla izole ve koruma altında kalacak. Hatta belki de şehirli insanların kurtuluşu bile onlara bağlı olabilir.

Haluk Polat: Teknolojinin yanında getirdiği ideolojik bir bagajı var ve biliyoruz ki bu bagaj Batı kültürü ve geçmişi ile dolu. Teknolojinin gelecekteki artacak büyük rolü Dünyayı daha fazla Batı’ya mecbur kılacağı anlamına mı gelir, neler söylemek istersiniz? Ve bundan sonra da Batı merkezci bilim, kültür, felsefe ve siyaset vs. kendini tahkim etmeye devam mı edecek yoksa başka ihtimaller de söz konusu olabilir mi?

Sinan Canan: Benim hep sunumlarımda ve eğitimlerimde özellikle gençlere anlatmaya çalıştığım bir şey var: “İnsanoğlu geleceği hayal etme yetisiyle donatılmış tek canlıdır”. İnsan bu şekilde var olmayan bir geleceği hayal edip, onu inşa edebilir. Böyle başka bir canlı da yoktur ama biz bu özelliğimizi layıkıyla kullanmadığımızda, bu yeteneğini kullananların, yani “hayal edenlerin” oluşturduğu geleceklerin içinde yaşamak, onların hayallerinde birer pasif oyuncu olmak durumunda kalırız. Bugün teknoloji meselesinde de aynı durum söz konusu. Başka medeniyetlerin başka geçmişlerin başka medeni izleklerin kendi seçimleriyle oluşturduğu veya yarattığı bir şehir, medeniyet ve teknoloji dünyasında yaşıyoruz. Eğer bu yarışta “biz”, yahut şu anda baskın teknolojiyi geliştiren kültürlerin dışında kalan kültürler bu meselede treni yakalayamazlarsa veya ellerini taşın altına sokup da bu yarışta belirgin bir yer edinemezlerse; o zaman tabiî ki teknolojide geri kalan tüm ülkeler bir şekilde batıya ya da bir başka deyişle, teknolojide gelişmiş ülkelere râm olacaklar. Onların yönlendirdikleri yönde gelişmek, değişmek ve davranmak zorunda kalacaklar. Elbette ki bu hal, gelecekte büyük bir teknolojik felaket ve insanların dünyada yaygın olarak içinde bulundukları ekonomik sistemde büyük bir çöküş olmaması halinde düşünülebileceğimiz bir sonuç. Her şey bugün olduğu gibi giderse bu teknoloji ve inovasyon yarışında bir şekilde yer alabilenler, geleceği belirleyecek; diğerleri de onlara bir şekilde tabi olmak durumunda kalacaklar maalesef.

Haluk Polat: Batı modern bilimi insanlığa büyük bir hizmet gibi pazarlamaya ve empoze etmeye devam ediyor. Geçmişte çok fazla savaş, kan ve gözyaşına dolaylı veya dolaysız yoldan sebep olan modern/seküler bilimin ve teknolojinin yine benzer problemlere neden olmayacağından nasıl emin olabiliriz? Sözgelimi hâlihazırda birçok olumsuz teknolojik gelecek tasavvuru da mevcut zaten. Nükleer çalışmaların yaratacağı problemler, yapay zekâ ve robotların işsizliğe neden olması, sanayileşme ve kentleşmenin doğayı tahrip etmesi gibi… Ütopik yaklaşımlar popüler olmasına rağmen hakkı verilmeyen distopik yaklaşımlar da mevcut. Distopik yaklaşımlar hakkında neler söylemek istersiniz? Geleceği teknoloji belirleyecekse bile bu Dünya ve insanlık için ne kadar iyi olacak?

Sinan Canan: “Dijital gelecekte insan kalmak” başlıklı kitabımızda Mustafa Acungil’le beraber sıklıkla zikrettiğimiz bir ortak görüşümüz var, o da şu: Dijital gelecek denen şey aslında hiç de zannettiğimiz gibi gelmeyeceği aşikâr bir gelecektir. Çünkü çok kısa sürede bile neler olacağını, nasıl değişimler olabileceğini öngöremiyoruz. Dolayısıyla öngördüğümüz her şeyin yanlış çıkma ihtimali çok yüksek. Öte yandan ben genelde gelecekten umutlu bir insan olmamla beraber, insanoğlunun çağlar içerisinde kendisine yaptığı eziyetleri, yaptığı yanlış seçimleri düşününce, distopik yaklaşımların farklı ölçeklerde mukadder olduğunu düşünüyorum. Özellikle büyük ama yerel ölçeklerde yani büyük şehirlerde gelişmiş ülkelerde yaşayan insanları ciddi şekilde etkileyecek distopik ihtimaller bunlar. Ama dediğim gibi muhtemelen daha az gelişmiş ülkelerde ve kırsal kesimdeki insanları daha az etkileyecek senaryolar. Çeşitli değişimlerle, muhtelif çöküşlerle sınanacağımızı düşünüyorum. Bu da temelde inansın medeniyeti oluştururken yaptığı tercihler sırasında insanın aslında neye ihtiyacı olduğunu, insanın nasıl bir canlı olduğunu göz ardı etmesinden onu çok fazla bilmemesinden ya da bu bilgi ile çok fazla ilgilenmemesinden kaynaklanıyor. Zira hep söylerim; üç buçuk milyar yıllık bir ar-ge sürecinin ürünü olarak, bizler, hepimiz, dünyadaki on milyon canlı türü ile beraber burada yaşıyoruz. Bu milyarlarca yıllık geçmişin neden bu kadar çetrefilli ve nasıl, hangi mekanizmalarla yaşandığını, nerelerden geçtiğini bilmezsek, kendimizi bunun dışında bundan bağımsız bir varlık olarak nasıl görme hatasına yine ve yeniden yakalanırız. Hatta günümüzde bile modern medeniyette yaşadığımız sorunların en büyük sebebini bu büyük kopuş durumu oluşturuyor. İnsanı tanıyarak teknoloji üretmeye ve medeniyetimizi şekillendirmeye başladığımızda çok daha rahat edeceğimizi ve bu tip korkulardan ari olacağımızı söyleyebilirim. Ama sonuçta distopik bir veya birkaç “tokat”, mukadder gibi gözüküyor bana.

Haluk Polat: Google, Karspersky, Elon Musk, Jeff Bezos gibi birçok küresel şirketin ve büyük yatırımcının aşırı teknolojist gelecek senaryolarının reklamlarına devamlı maruz kalıyoruz. Sizce bütün bu çalışmaların amacı gerçekten dünyanın geleceği için sorumluluk alma isteğinden mi yoksa reklam alanında yepyeni bir pazarlama stratejisi mi?

Sinan Canan: Bu tip duyduğumuz haberlerde, böyle başlıklar altında öne çıkarılan kişilerde büyük oranda bir halkla ilişkiler çalışması, PR çalışması ve aslında bir toplumsal zihin kontrol çalışmasının olduğu çok aşikâr. Elbette bahsettiğiniz saikler önemli ama dünyanın geleceği için bir şeyler yapma isteği olanlar da var. Burada gayet naif niyetler çalışan araştırmacı insanlar da, var iyilik için yatırım yapan insanlar da var. Ama sonuçta çok uluslu şirketlerin yönettiği büyük ülkeler bu tarz kişileri ve araştırmaları ve fırsatları dünya kamuoyunu ve dünya pazarını kendisi de bu yönde yönlendirmek için sıklıkla kullanırlar. Bunda çok da şaşılacak bir şey yok. Bu 1920’lerden beri gördüğümüz bir şey ve bu aslında yepyeni bir pazarlama stratejisi; daha doğrusu, pek de yeni olmayan ama yeni araçlarla, yeni söylemlerle, yeni yüzlerle tekrar gündeme getirilen bir pazarlama stratejisidir. Boston Dynamics’in videoları, Elon Musk’ın çılgın projeleri veya uzaya fırlattıkları araba gibi gösteriler, Reil Kurzweil’in yazdığı kitaplar, tekillik iddiaları, vesair… Bu insanların sahne önünde sergiledikleri resmin/tiyatronun amacı, aslında Batı medeniyetinin insanın gittiği yönün lokomotifi olarak yönlendirici bir görev aldığını göstermek ve biraz da dünyada “bizimle rekabet etmeniz biraz zor; çünkü biz çok yol aldık; bakın durumlarımız şöyle güzel, biz böyle geliştik” falan gibi mesajlar verip, biraz depresif bir hava oluşturmak diye düşünüyorum. Yani bunların hepsinin önemli bir payı var. Ben bunlara kulak asmadan, bunları sadece bir haber ve bir proje olarak bir kenara kaydedip kendi işimize bakmanın çok önemli olduğunu düşünenlerdenim.

Haluk Polat: Anlaşılması zor ve karmaşık bir dünya düzeni içerisinde yaşıyoruz. Post modern olarak tasvir edilen bu müphem dünyada modernitenin pozitivist projelerinden biri olan Fütürzim’in var olmasını nasıl açıklayabiliriz? Fütürizm yaşadığımız dünyada bize ne kazandırır veya neden gereklidir?

Sinan Canan: İnsanoğlunu en fazla strese sokan şeylerin başında belirsizlik geliyor. Yani yakın yada uzak gelecekte olacak şeylerin belirli olmaması. Bu aynı zamanda hayatta kalmaya çalışan bir organizma olarak bizde olumsuz bir etki yaratma riskini de beraber getiriyor. Yani mesela işin ucunda ölüm olabilir ama belirsizlik ortadan kalkarsa, ne olacağını bilirsek rahat ederiz. Dolayısıyla bu fütürizmden de bir türlü vazgeçemememizin sebebi ve bilim kurgu yazma merakımızın kökeni ile aynı. Zira bunlar birbirinin kuzenidir zaten. Gelecekte olacakları öngörebilme illüzyonunu seviyoruz, çünkü bu, belirsizliği ortadan kaldırıp bizi rahatlatıyor gibi görünüyor. Her ne kadar fütüristik tahminlerimizin tutmayacağını bilsek de ve bunu bilişsel olarak fark etsek de duygusal dünyamız bundan çok büyük bir keyif alıyor. Dolayısıyla buna bu kadar ilgi gösterilmesini çok şaşırtıcı bulmuyorum.

Haluk Polat: Sizce bugün Müslüman dünyanın ahvali gelecek için nasıl bir projeksiyon çiziyor? Gelenek ile modernlik arasında sıkışan Müslümanlar geleceğe hazırlar mı? Ne kadar hazırlar? Nasıl hazırlanmalılar?

Sinan Canan: Müslümanlar söz konusu olduğunda buna tek tip ve yekpare bir cevap vermek benim için çok zor. Çünkü İslam âlemi oldukça karışık ve heterojen bir mozaik, hatta biraz “ebru” gibi bence. Tabiri caizse aynı zaman dilimi içinde ve yakın coğrafyalarda yerleşmiş çok farklı özelliklerde, çok farklı kafalarda, çok farklı “çağlarda” yaşayan insanlar ve insan toplulukları var. Dolayısıyla genel olarak bir ortalamadan bahsedecek olursak, hepimizin malumu olduğu üzere, tarihsel olarak medeniyetler yarışında geri düşmüş, ideallerinden kopmuş, insanlığa fayda vermek bir yana, hayatta kalma amacına kitlenmiş topluluklar gözümüze çarpıyor “İslam dünyası” denince. Biraz daha savunmacı, defansif, biraz daha atak olmaktan çekinen, özellikle güncel bilimsel bilgi ile güncel dünyanın sorunları ile uğraşmak yerine kendi içsel sorunlarını çözmeye odaklanmış bir yapı var gibi karşımızda. Aslında Müslümanların ya da İslam dünyasının ne yapacağını çok bilemem ama her zaman değişimler çok az kişiyle başlar. İslam dünyası içerisinde uyanan birkaç kişinin uyuyan herkesi uyandırmaya kafi geleceğini inanıyorum. Bu yöndeki çalışmalarımı da genelde ümitle sürdürebilmemin altında bu yatıyor. Neticede şu andaki durum belki pek parlak değil, ama yakın bir zamanda bunun böyle sürmeyeceğini de öngörebilmek mümkün. Zira bu global ve hiper-bağlantılı dönemde insanların eski alışkanlıklarını ve geleneklerini ve hareket tarzlarını aynı şekilde sürdürmeleri gittikçe zorlaşacak ve siber-etkileşim, hepimizi bu şekilde ve öngörülemez yönlerde harekete geçirecek diye düşünüyorum.

Haluk Polat: Kuran nasıl bir gelecek tasavvuru tavsiye ediyor? Müslümanlar gelecek ile ilgili nasıl bir tutum içinde olmalılar?

Sinan Canan: Ben genelde bütün ilahi metinlerin, özellikle semavi dinler dediğimiz dört ana kitabın temsilcilerinde de görebildiğimiz kadarıyla, özelde de Kuran’ın temel mesajında, zamanın ruhuna yön verebilme cesaretine sahip inananlar yetiştirmenin amaçlandığını görüyorum. En azından bana yansıyan mesaj bu şekilde. Zira siz zamanın ruhunun dışına düşerseniz ve zamanın bilgisinin uzağında kalırsanız bence özellikle Kuran’da anektodal olarak çöküşe uğramış, sapmış, akletmeyen ve bir şekilde kendi zanları ve takıntıları içerisinde boğuşan toplumların başlarına gelen şeylerin bizim de başımıza geleceği söyleniyor gibi geliyor bana. Dolayısıyla Müslümanların da genellikle aklını başına alıp bu zamanın ruhuna yön verme misyonlarını bir daha hatırlamaları lazım ve bu sadece tekrar tekrar aynı geleneksel söylemleri devam ettirerek olmamalı. Dünya insanlarına bir çağrı bir çıkış ve kurtuluş yolu sunmamız lazım. Eğer bunu yapamazsak havanda su dövmeye devam ediyor olacağız.

Haluk Polat: Müslümanlar olarak küresel ısınma, nükleer enerji, doğanın dengesinin bozulması, mülteci sorunu gibi küresel problemlere nasıl yaklaşmalıyız? Bu sorunların çözümünde ne gibi katkılarda bulunabiliriz?

Sinan Canan: Ben genelde bu soru kalıbında bir sorun görürüm. Zira aslında Müslümanlıktan önce insani olarak bu meselelere nasıl yaklaşmalıyız gibi daha evrensel bir kural dizgesi üzerine düşünmenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Zira herhangi bir din sahibi olabilmek için önce insan olmak şarttır. Yani temel insani endişelere, duygulara ve sorumluluk bilincine sahip olduktan sonra bunu daha iyi bir düzeye çıkaracak bir inanç sistemine yahut bir dine mensubiyetin bir anlamı olacaktır diye düşünüyorum. Dolayısıyla insani açıdan nasıl yaklaşmamız gerekiyor. Ben her zaman söylüyorum: İnsani olan aynı zamanda İslami’dir. İslami yaklaşım da bana göre aynen o şekilde olmalı. Bana soracak olursanız Müslümanların arasından şimdiye kadar Greenpeace gibi bir aktivist örgütün, ses getiren eylemler yapan ve dünyanın dikkatini hepimizin gerçekten ortak sorunlarına çeken örgütlerin çıkmaması büyük ayıptır. Bence bu ayıbı temizleyecek atılımlar yapmak, bir araya gelmek ve ekoloji, çevre bilinci denen şeyin veya küresel ısınma denen şeyin sadece batıllıların değil insanlığın problemi olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Ve dünyanın insanlığa bir emanet olduğunu bilen bir inancın mensupları olarak harekete geçmemiz gerekir. Aslında çok geç bile kaldık.

Haluk Polat: Burada şunu da sormak istiyorum Müslümanlar olarak teknolojiye ve bilime nasıl bir bakış açısı ile bakmalıyız? Teknoloji ve bilim bizim için ne ifade ediyor, ne ifade etmeli?

Sinan Canan: Yine bu soru kalıbında da aynı hatırlatmayı yaptıktan sonra insani sorunlarımız bizim için daha öncelikli olduğunu ve olması gerektiğini düşünüyorum. Teknoloji ve bilim de aynı şekilde. Ben mesela bugün yaklaşık 7-8 yıldır teknoloji bağımlılığının aslında nasıl bir yapısal zayıflık olduğunu, bizden kaynaklandığını ve insanın fabrika ayarları dediğimiz hikâye ile bugünkü modern hayatın ne alakası olduğunu sıklıkla anlatmaya çalışıyorum. Bir kere yaratılışa, insanın ne olduğuna ve insanın özelliklerine bu kadar çok atıf yapan bir inancın sahiplerinin, insan bilimleri diyebileceğim yani genel olarak sadece biyolojik bilimleri kastetmiyorum (bütün beşeri, fizik ve içtimai ilimler dâhil) insana dair bütün bilgilerle ilgilenmesi gereken insanlar olduğunu ve bu bilginin bizde kayıp olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu bilgiyi elde ettiğimiz zaman bilim ve teknolojiye de nasıl yön vermemiz gerektiği, bu bilim ve teknolojinin eksiklerinin neler olduğu ve bu eksikler konusunda bizim neler önerebileceğimiz de kristalize olacaktır diye düşünüyorum. Dolayısıyla “nasıl yaklaşmalıyız?” sorusuna cevabım “hızla yaklaşmalıyız!” olacaktır. Hatta çok hızla yaklaşmalıyız, tabiri caizse bodoslama içine dalmalıyız. Ve ciddi olarak bu konulara kafa yormaya başlamalıyız.

Haluk Polat: “İnsan” veya bu aralar meşhur edilen kullanımı ile homo sapiens bilindiği gibi devamlı değişen ve gelişen bir canlı. Hatta kimilerine göre insan için öylesine bir gelişim mümkün olacak ki türsel bir sınıf atlama yaşayacak. Peki, bahsedilen bu gelişme ne kadar mümkün? Hâsılı kelam insan tekinin geleceği yapay zeka, robotik, sibernetik, dijital vs. gibi teknolojik dünya şartlarında ne olacak? Sizce “İnsan”ı gelecekte neler bekliyor?

Sinan Canan: İnsan, yani -moda edilen demeyelim de- biyolojik sınıflandırma açısından Latince karşılığı ile bir canlı türü olarak Homo sapiens sapiens olan bir canlı türüdür. Primatlar grubuna ait Homo, yani “insan” cinsinin bildiğimiz tek türüdür. Dolayısıyla Homo insan, sapiens düşünen ve ikinci sapiens de “kendi üzerine düşünen” ya da “soyut düşünebilen” anlamlarına geliyor diye düşünülebilir. Bütün canlılar gibi homo sapiens de devamlı değişiyor ve insan, özellikle kültürel evrim dediğimiz bir süreçten geçen bir varlık. Yani biyolojik özelliklerinin değişmesinden çok daha hızlı bir şekilde çevresini, kültürünü ve birikimini değiştirerek kendisini bambaşka ortamlarda yaşamak durumunda bırakan tek canlı. Diğer bütün canlılar kendi biyolojik donanımlarıyla sınırlı olarak yaşıyorlar ama biz bunun da üzerinde bir şeyler inşa ediyoruz. Ve bu değişim şu anda bizi verdiği imkânların yanında aynı zamanda çok büyük sıkıntılara da sokuyor. Şimdi bu açıdan bakıldığında çok daha fazla değişim olacağını söylemek mümkün. Fakat “insanın fabrika ayarları” (İFA) bağlamında anlatmaya çalıştığım gibi, insanın biyolojik ve zihinsel ayarları belirgin olarak daha binlerce yıl değişmeden kalacak. Çünkü biyoloji öyle hemen değişebilen, adapte olabilen bir sistem değil. Ölçülebilir ve gözlemlenebilir değişimlerin olabilmesi için belki milyon sene geçmesi gerekiyor. O milyon sene içerisinde sürekli olarak benzer şartların muhafaza edilmesi ve organizmaların nesiller boyu şartlara göre şekillenebilmeleri lazım. Öte yandan içinde bulunduğumuz zamanda dört beş yılda bir, teknolojimiz ve çevremiz neredeyse kökten değişiyor. Bu nedenle insanın yapısal olarak buna adapte olması mümkün değil. Tabiî ki bilimsel ve teknik ilerlemeler sayesinde bedenimizi ve zihnimizi modifiye edecek yeni araçlar buluyoruz ve bulacağız. Bu da artık insanı insan olmaktan çıkarıp filmlerde gördüğümüze benzer hibrit bir organizmaya, modifiye bir canlıya dönüştürebilir. Zira bu gidişe inatla devam edersek, insanın yaşamasına uygun olmayan bir ortama kendimizi hapsedip kendimizi dönüştürmek zorunda kalacağız. Ve bu da kuvvetle muhtemel geleceklerden bir tanesi gibi görünüyor.

Haluk Polat: İlgilendiğiniz geniş entelektüel ve bilimsel konuların dışında en bilinen ihtisas alanınız ile alakalı da bir soru sormak istiyoruz. Sizce gelecek insan beyni için neler getirecek/getirebilir?

Sinan Canan: Yakın geçmiş insan beyni için çok iyi şeyler getirmedi gibi gözüküyor. Son beş-altı bin yıldır beynimizin kabaca yüzde beş oranında küçüldüğünü biliyoruz. Tabiatta hayatta kalmak için programlanmış bir canlı olarak insan, çok çeşitli özelliklere sahip ve o özelliklerin çoğu da zihinsel. Tabii bu zihinsel özellikler beyin tarafından yönetiliyor ve tabiatta bu zayıf ve çıplak canlının hayatta kalabilmesi için son derece gelişmiş bir beyne sahip olması lazım. Fakat biz tarımı icat edip yerleşik hayata geçerek şehirler kurmaya başladığımız zaman, güvenli ortamlarda daha bol besinli ortamlarda yaşamaya başlamamız nedeniyle artık bu kompleks beyin güçlerine olan ihtiyacımız da gittikçe azaldı. Dolayısıyla kafatası buluntularından da doğrudan görebildiğimiz gibi insan beyin hacmi sürekli küçülüyor. Teknoloji belirleyici olmaya devam eder ve biz insanı tanıma noktasındaki bu uzaklığımızı ısrarla korumaya devam eder insanın orijinal ayarlarını anlama çabamızı biraz daha kuvvetlendirmezsek bu olay biraz daha kötüye gidecek. Yarattığımız medeni gelişmeler, innovasyonlar, yenilikler bizi daha da zora sokamaya devam edecek. Bir nimetin yanında yüz külfet üretmeye devam edeceğiz. Tabii sonuçları da çok iyi olamayacak gibi. Özellikle eşi benzeri bulunmayan ve artık neredeyse varlığını bile unuttuğumuz zihinsel yeteneklerimizi kullanma bilgisini gittikçe kaybedip, silinip gitmeyen bu antik özelliklerin sıkıntılarını da çekmeye devam edeceğiz. Bir örnek vereyim: Bugün şehirli insanlar olarak çok fazla “bilgi tabanlı” ve akılcı (rasyonel) yaşamaya çalışan canlılarız. Fakat tabiatta bizi en çok hayatta tutan özelliklerimiz, rasyonelliğimiz ve aklımız kadar duygularımız ve karmaşık sezgilerimiz de oldu. Bunları kullanamadığımız bir hayat, insana birçok sıkıntı veriyor. Zaten kitaplarımda da bunları uzun uzun anlatmaya çalıştım. Kısaca: Kendimizi doğru dürüst anlamazsak daha çok sıkıntı çekeceğiz.

Bu güzel sorular için teşekkür ederim.

Haluk Polat: Değerli zamanınızı ve fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için biz teşekkür ederiz.

Bunları da sevebilirsiniz