Sürgün Üzerine Düşünceler: Kış Ruhu (*)

“İnsan insanın yurdudur…”

          Selma Cansız

Çok sık kulağımıza çalınsa da, çok fazla gözümüzün önünde cereyan etse de üzerinde gereğince ve yeterince durmadığımız, somut bireylerin öyküleri yerine edebiyatıyla ilgilendiğimiz bir olgu sürgün. Bilhassa modern zamanlarda, yerinden-yurdundan edilmelerin önü-arkası gelmiyor ne yazık ki. Savaşlar, siyasi baskılar, hastalıklar, iş ve ekmek umudu, insanları tutup kopartıyor doğdukları ve giderek varlıklarının birer parçası kıldıkları topraklardan…

“Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. … Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır…”

 Bu sözlerin sahibi, yeryüzünün belki de en kıdemli sürgünlerinden biri olan Edward Said. Adını küçük harflerle yazamayacağım bir isimdir Edward Said.. “Şarkiyatçılık” ayrı bir başyapıt olsa da, benim için “Kış Ruhu” adlı eserinin hep ayrı bir yeri olmuştur. Sürgün ruh hali bu kadar mı iyi ve etkili anlatılır?

Saksonya’da 12. yüzyılda yaşamış olan keşiş St. Victor’lu Hugo şu önemli satırları yazmış. “Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan, ruh sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitledi; güçlü insan sevgisini her yere yaydı; mükemmel insan ise sevgisini söndürdü.”

İnsanın bağımsızlığa, tarafsızlığa ulaşabilmesi, vicdanının sesine kulak verebilmesi, önyargı sonucu ortaya çıkan dışlama ve tepkilerden kurtulması “bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi görmek” şeklindeki özgün bir bakış açısı ile olanaklıdır. Bu bakış açısına belki dünyada sürgün gibi yaşamakla yaklaşılabilir. İnsanların çoğu esas olarak tek bir yurdun, tek bir kültürün farkındadır. Sürgünler ise en az iki yurdun, iki kültürün farkındadırlar. Bu bakış açısı Said’in tespitiyle çoğul düşünüp duyumsamaya, eşzamanlı diğer boyutlara ilişkin bir farkındalığa yol açar. Bir sürgün için yeni ortam da hafızanın arka planı önünde yaşanır. Her iki ortam da canlı ve gerçektir ve yan yana, bir arada bir farkındalık içinde duyumsanırlar. Ancak sürgün olan veya kendisini sürgün eden insan asla kendini mutlu ve güven içinde hissetmez. Uysal değildir, katılığa ve donmuşluğa karşı dağıtıcı gücü her an ortaya çıkabilir. Said’in Wallece Stevens’ten aktardığı gibi “bir kış ruhudur” sürgün.

  1. yüzyıl, yaşanan acılar ve baskılarla tahakküm ve sömürü altında geçti. Savaşlarda yaşanan göçler, mülteci durumuna düşen insanlar, yitirilen yaşamlar, evler, duygular.
  2. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın başında yaşadıklarımız bunlardan farklı değil. Savaşın, şiddetin evsiz, yoksul bıraktığı insanlar. Ölen binlerce insan. Yaşanan insanlık trajedileri.

Savaştan kurtulmak için yerini, yurdunu terk edip sınır tellerini aşarak gittikleri ülkede kaçak yaşayan insanlar. Savaşta evleri başlarına yıkılmış, birkaç parça eşya ile komşu ülkelere sığınanlar. Dünyanın birçok bölgesinde umudun, göçün ve başka yerlere yerleşme çabasının oluşturduğu çaresizlik sahneleri yaşanıyor. Göçerlik ve sürgün, Said’in belirttiği gibi “kesintili bir var olma durumudur ve geride bıraktığınız yerle bir kavgaya tutuşma biçimidir. Bundan dolayıdır ki modern kültürün güçlü, hatta zenginleştirici bir motifine dönüştü. Sürgündeki kişi bilir ki, seküler ve olumsal bir dünyada evler daima geçicidir.”

Martin Heidegger’in ifadesiyle : “Evsizlik dünyanın kaderi olmaya devam ediyor…”

Bir sürgün için “diğer ülke” nedir? Kendine kucak açan ikinci bir rahim mi? Yoksa, “hiç”liğini sürekli yüzüne çarpan bir ayna mı? Peki bir sürgünü en çok yaralayan nedir? Ait olduğunu giderek daha keskin ve yalın bir biçimde farkettiği dili mi, yoksa istemeye istemeye içine sürüklendiği “dilsiz”liği mi?

Sürgün  ait olduğu ülkenin sınırlarının dışına adım attığı anda kavramıştır esasen artık bir “hiç” olduğunu. Sürgünün kirpiklerine düşen gölge hep aynı kalır. Kavruk bir yanı vardır bu gölgenin. Edward Said’in Wallace Stevans’tan ödünç aldığı kavramla, “Kış Ruhu”nun gölgesi düşmüştür kirpiklerinin üzerine. Oradan bir yere gidilemez, oradan bir yere gelinemez de. Orada durulur sadece ve oradan öylece bakılır karşı kıyılara.

Bu hiç’liğin ve dilsiz’liğin adeta zihinlerimizde acı bir şekilde fotoğraflandığı dönemlerden geçiyoruz. Suriyeli mültecilerin yarım kalan hikayelerinin acı sonlarını izliyoruz ekran başlarından. Aylan Kurdi o yarım kalan hikayelerden sadece biriydi. Kurşunlardan kaçarken Bodrum kıyısına vurmuş küçük bedeni mültecilere soru işareti ile bakan herkesin gönlünü yaralamıştı. Fotoğrafı ise “kıyıya vuran insanlığımızın “ simgesi olmuştu. Yine sadece canını kurtarıp ailesini rahat bir şekilde yaşatmak için kucağında oğlu ile Macaristan sınırına gelen ve  Macar bir gazetecinin çelme takması sonucu yere düşen Osama Abdul Mohsen unutulmayacak bir başka hikaye. Onur kırıcı bir harekete maruz kalmıştı.Yine çok fazla etkilendiğim başka bir görüntü daha canlanıyor, silinmiyor zihnimden.. Sürgün ruh halini “Kış Ruhu’nu “ daha etkileyici anlatamazdı başka bir şey sanırım. Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Keleti tren istasyonunun açılması ile mültecilerin trene akın ettikleri sahne insan ruhunda tarifi olmayan yaralar açıyor. Bir tarafı eksik, tutsak insanlar ve onların yarım kalmış hikayeleri…

Said’in dediği gibi, sürgünün “evrensel” bir dili olduğu da doğrudur ama bu daha ziyade suskunluklarda belli eder kendini. Direnişin beyhûde olduğunun anlaşıldığı ve katlanmanın kırk yerinden birden kırıldığı iklimlerde, gidip çalacakları son kapı kendi dilleridir ne yazık ki. Ve ne yazık ki, o dilde akan gözyaşlarını, o dille ifade etme imkânları kadar, bir başka dile tercüme etme ihtimali de alınmıştır ellerinden. Bir tarafları hep eksik, tutsaktır. Dünyaya sürgün edilen insanın göçü ve sürgün hali devam ediyor.

Üçüncü Dünyanın yoksulluklarında, edebiyatlarında, müziklerinde bastırılmış, aşağı kılınmış ve unutulmuş olanlar, Birinci Dünyanın ekonomilerini, kentlerini, kurumlarını, medyasını ve eğlence dünyasını işgal ederek geri dönüyor. Göç, sürgün hali, mültecilik ve evsizlik aslında Batının rasyonel düşünme inancını bozguna uğratıyor. Modernitenin zaaf içinde kaldığı bu yeni durum karşısında yeni bir düşünme tarzının gerektiği ortada.

(*) Bu yazı Edward Said’in “Kış Ruhu (The Mind of Winter)” adlı eserinden yararlanarak kaleme alınmıştır…

 

 

Bunları da sevebilirsiniz