Röportaj yapmak istediğimiz konu başlığı: “İslam İnsanlığa Ne Vaat Eder?” Bu sorunun cevabını başlık olarak arayacağız. Cevaplamak için çok fazla analiz ve değerlendirme gerektirdiğini biliyoruz. Bu doğrultuda sizden bazı analizlere girmenizi isteyeceğiz.
Söyleşimize Müslüman entelektüel dünyasıyla başlayalım. Müslüman düşüncenin 21. yüzyıldaki krizi desek, bize neler söylemek istersiniz? Mevcut Müslüman entelektüel ve fıkhî zihnin açmazda olduğu noktalar nelerdir?
Moderniteye karşı İslami düşünsel tepkinin üç aşamadan geçtiği söylenebilir. İlki, saf gelenekçilik diyebileceğimiz, on dokuzuncu yüzyılda egemen olan ve İslam’ı savunmak için tamamen orta çağ uygulamalarına başvuran Abdülkadir el-Cezairî gibi yazarları içeren süreç. İkincisi, İslami ve Avrupa kavramlarının kaynaşmasını benimseyenlerin nesli, -örnek olarak Filibeli Ahmet Hilmi ve Muhammed İkbal gibileri gösterebiliriz.- Üçüncüsü ise -bana göre- arkaplanı ve oluşumu tamamen Batılı olan ancak İslam’ın ve İslami mirasın Batı’nın iç sorunlarına bir çözüm olarak görüldüğü bir anlayış. Bu grupta Tage Lindbom, Murad Hoffmann ve Etsko Schuitema’dan bahsedilebilir. Bu sonuncu hareket son otuz yılda muazzam bir boyut ve olgunluk kazanmıştır. Bu olgunlaşmayla da artık Modernitenin zorluklarına kapsamlı bir yanıt sunan Batı İslam felsefesinden söz edilebilmektedir. Geldiğimiz son nokta bu. Bu gelişimin nasıl değişip dönüşeceğini gözlemlemek büyüleyici olacaktır.
Dünya, belki de şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı süreç ve sorunlarla karşı karşıya. Post-truth, post-human bir süreç konuşuluyor, tartışılıyor. Bu süreci değerlendirmenizi istemekle birlikte, Müslüman entelektüel akıl veya fıkıh bu süreci yorumlamaya ve bu sürecin getireceği soruları cevaplamaya hazır mı sizce?
Henry Bayman ve Charles Upton gibi Müslüman düşünürler, daha önceki İslamî modernistlerin, Batı teknik modernitesinin insanlığın sorunlarını çözüyormuş gibi göründüğü bir dünyayla uğraştıkları gerçeğine dikkat çekmektedirler. Yeni akışkan modernitemizde ise Batılı düşünürler arasında bir karamsarlık hâkimdir. Bu karamsarlığı iki şekilde düşünebiliriz: İlk olarak filozoflar, hüküm süren post-modern kaymayı, tüm Batılı rasyonalist felsefi projeyi sona erdirmek olarak görüyorlar: diyalektik kültüyle birlikte Aydınlanma’nın ve cevap bulma umudunun sonu. İkincisi ise teknolojinin, bireylerin konforunu artırırken insanlığın devamlılığını tehdit iddiası. İklim değişikliği, yapay zekâ, nano-teknoloji ve erkek doğurganlığının çöküşü, teknolojinin beraberinde getirdiği felaketlerden sadece birkaçı. Dolayısıyla Batılı Müslüman düşünürler, İslam’a, muzaffer bir modernite söyleminden şu veya bu şekilde kurtarılması gereken bir miras olarak değil, türlerin varlığını tehdit eden günümüz küresel kültürüne makul bir alternatif olarak bakarlar.
İslam, tüm öğretisini ‘Allah’ ve ‘insan’ üzerine kuruyor. Post-human süreç ise aşırı-insanı konuşuyor.
Sizce bu süreç İslam’ı veya geleneksel inançları nasıl etkileyecek? Biraz daha kışkırtıcı bir şekilde sormak gerekirse, İslam’ın veya dinlerin sonunu getirecek bir süreçle mi karşı karşıyayız?
Transhümanizm, etik değerler hakkında, faydacı ve hedonist bakış açısıyla modernitenin müzakere etmek için yeterince donanımlı olmadığı bir dizi endişeyi gündeme getirdi. Meşhur Gaia hipotezi yazarı James Lovelock, son kitabında, teknolojinin büyük ölçüde iklim değişikliği yoluyla insanlığı yok edeceğini, ancak insan sonrası sibernetik medyanın üstün bir bilinç biçimini koruyacağını ve böylece evrim sürecinin devam edeceğini yazıyor. Bu teorisini iyimser bir bakış açısı olarak sunması oldukça tuhaf.
Biz bu endişeleri İslam üzerinden düşünüyor, konuşuyoruz. Post-truth, Post-human süreçle ilgili endişeler Hristiyan, Yahudi veya diğer din mensuplarınca nasıl değerlendiriliyor? Bir sorun olarak görülüyor mu? Konuşuluyor ve tartışılıyorsa hangi boyutta ve nasıl?
Geç modernitenin felaketleri ve antroposen çağın tehditleri, farklı dinlerden ilahiyatçılar tarafından geniş çapta tartışılıyor ve hepsi de bunun laiklikten kaynaklanan bir sorun olduğunu ve bu soruna sadece dini bir çözüm bulunabileceğini savunuyorlar.
İnsan türünün yerinden edilmesinin konuşulduğu, hatta bunun laboratuvar ortamında bilimsel, genetik çalışmaların yapıldığı bir dünyada, Müslüman entelektüel zihnin, fıkhın açmazları neler, bu sürece nasıl hazırlanmalı? Dikkat edilmesi gereken kritik eşikler neler olmalı?
Batılı Müslüman ilahiyatçılar bu konuları ayrıntılı olarak tartışmışlardır. Asıl sorun, Müslüman ülkelerdeki 1950’lerin çocuksu naif zihniyetine hapsolmuş, bilimin ve laikliğin insan yaşamını benzeri görülmemiş bir şekilde tehdit ettiğini kabul etmekte zorlanan laik elitlerdir. Müslüman ülkelerdeki elit kesimin çoğu görüşlerine karşı herhangi bir meydan okumaya tahammül edemeyen laik köktencilerdir. Ancak putlaştırdıkları Batı derinden değişti. Bu kesim Martha Nussbaum, Martin Rees ve hatta Heidegger okumalılar. Ama yapmayacaklar çünkü Batı ve Batı’nın üstünlüğü hakkındaki sözde-dini kesinlikler tehlikeye girebilir ve psikolojik olarak buna müsamaha gösteremezler. Bu nedenle Batı düşüncesinin son eğilimlerini sadece dindar Müslümanlar gerçekten anlayabilir. Eski laik seçkinler bu tür perspektiflere tahammül edemezler.
Batı dünyasının, fikir ve doktrinlerini diğer dünya görüşleri üzerinde emperyal bir sopa olarak kullanması bir vakıa. Bunlar özgürlük, demokrasi, eşitlik vb. kavramlar adı altında hatta bir rencide etme aracı olarak kullanılıyor. İnsan ve insanın yaşamına dair temel sorunlarını halletti mi Batı? (Varsa) Tıkandığı noktalar neler?
Sherman Jackson, Yahya Michot ve Ingrid Mattson gibi önde gelen üniversitelerde çalışan Batılı Müslüman akademisyenler; evrenselleri sadece Batı düşüncesinin üretebildiği, diğer kültürlerin Batılı anlayışına sürüklendiği veya mecbur bırakıldığı, bunun sonucunda ortaya çıkan global tektipleşmenin de arzu edilen şey olduğu iddiasının tehditkâr ve baskıcı yaklaşımına dikkat çeker. Ancak son on yılda Avrupa ve Amerika’daki durum, Woke (uyanış) hareketinin yükselişiyle oldukça değişti. Bu değişim, üniversitelere konuşma kuralları dayatmaya ve Woke savunucusu olmayan yazar ve düşünürleri cezalandırmaya kadar giden oldukça zorlayıcı ve hoşgörüsüz bir süreç. Müslümanlar bu kültür savaşlarını ilgiyle gözlemlemişlerdir. Roger Scruton gibi daha birçok geleneksel Batılı filozof, Woke hareketinin, Aydınlanma’yı ve Batı’nın Hıristiyan temellerini reddeden bir öznelcilik ve paranoya adına, Batı anlatısını tamamen yok edeceğini yazmıştır.
Ne yazık ki Müslüman ülkelerdeki birçok seçkin, yüz yıl önce yaşamış modernleşmecilerin heykellerine tapmaya devam ediyor ve modernitenin, post-modernitenin içine çöktüğünü göremiyor.
Daha genel bir soru sormak istiyorum; İslam’a yönelmek veya iman, rasyonel bir tercih mi irrasyonel bir tercih midir?
Wake sübjektivizmiyle karşılaştırıldığında tabiî ki rasyonel bir tercihtir çünkü İslam’ın temelci bir yaklaşımı vardır ve bazı gerçeklerin mutlak olduğu, bunların mantıksal ve bilimsel olarak doğrulanabileceği görüşü hakimdir. Batılı Müslüman ilahiyatçılardan Martin Nguyen, İslam inancı üzerine yazdığı kitaplarında bize klasik İslam düşüncesinin (özellikle de Maturidilikte) rasyonalizmini hatırlatır. Ancak İmam Gazzâlî’nin dokuz asır önce gösterdiği gibi, Varlığa tam erişim, kıyasın işaret etmesinden başka bir şey değildir; asıl ifşa (keşf) İlahi lütfun eseridir. Bu nedenle, Michael Sugich, Etsko Schuitema ve Toby Maier dahil olmak üzere Batılı Müslüman yazarlarımızın çoğu, kendini tanıma, ardından kendini inkâr ve ardından keşf’e açıklık yoluyla metafizik gerçeklerin doğrudan bilgisinin önemini vurgular. Bu, aynı zamanda yıllar önce René Guénon’un önerdiği yöntemdir. Guénon’un, Charles-André Gilis ve Maurice Gloton gibi daha yeni takipçileri, epistemolojik araçlar olarak Sufi tekniklerinin kendi kendine zarar vermesini açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.
Halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde, adalet, iktisadi yaşam, düşünce özgürlüğü, temel insanî haklar, toplumsal hayatın tertib ve düzeni gibi konularda ciddi sorunlar söz konusu. Siz, yaşanan bu sorunlar yumağını ana hatlarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu görünen sorunların temelinde yatan “ana problem veya problemler” nelerdir sizce?
Benim kendi bağlamım, Doğu’daki değil Batı’daki İslam dünyası. Yine de Müslüman ülkelerde laikliğe dönüşün Batı’nın “insan hakları” ve “bireye saygı” fikirlerine dönüş sağlamadığı açıktır; bunun yerine Müslüman ülkelerdeki laik seçkinler, Faşizmle ilişkilendirilen daha otoriter gözetim-devlet modelini tercih ettiler: Geçit törenlerine gösterilen rağbet, ölü liderlerin heykelleri, hayal ürünü olan laik ulusal mirasa dayanan sahte bir milliyetçilik vb. Arnavutluk bunun özellikle aşırı bir örneğiydi.
Bazı Doğulu düşünürler Batı’ya pembe gözlüklerle bakıyorlar, bizim (Batı’nın) sosyal sorunlarımızdan ve psikolojik bozuklukların yükselişinden habersizler: İngiltere’de antidepresan reçeteleri her on yılda ikiye katlanıyor. Diyet bozuklukları her yıl iki bin İngiliz’i öldürüyor ve bu sayı yine her on yılda ikiye katlanıyor. Boşanma oranı artmaya devam ediyor ve okullarda cinsiyete dayalı şiddet, belki de aşırı pornografinin evrensel olarak erişilebilmesi nedeniyle baş gösteriyor. Cinsiyet hoşnutsuzluğunda da bir artış olduğu düşünülüyor. Müslümanlar, modern yaşam tarzlarının doğurganlıkta bir çöküşü nasıl tetiklediğini gösteren Dr.ShannaSwann’ınGeri Sayım gibi kitaplarını okumalıdır. Batı dünyasında sperm sayısı son kırk yılda yarı yarıya azaldı ve Swann’ın tahminleri, çoğu Batılı insanın 2045 yılına kadar üreme yeteneğinden yoksun olacağını söylüyor.
Genel kabul olarak Batı dünyasının ekonomik yaşam, düşünce özgürlüğü, temel insan hakları ve toplumsal yaşamın örgütlenmesi ve düzeni açısından ciddi bir düzeye ulaştığı yönündedir. Ekonomi, hukuk ve yönetim, insan ve siyasi haklar, uluslararası ilişkiler gibi başlıklarda Batı’nın ulaştığı mesafenin fikri ve sosyal arka planı nedir?
İslam’da biz,”genel kabul”ün otoritesine değil, sadece gerçek olana ve gerçeğe inanıyoruz. Büyük şirketler tarafından yönetilen küresel medyalar yalnızca aptalların beynini yıkayabilir. Uzmanlar, Batı’nın ekonomik ve sosyal modelinin hızla çökmekte olduğu konusunda hemfikir ve raflar bu çöküşe çözüm bulma girişimleri sunmaya çalışan kitaplarla dolu.
Modernitenin felaketi her seviyeye yansıyor: materyalizm, boşanma, düşen doğum oranları, akıl hastalığı salgınları, alerjiler, Woke sansürü, iklim değişikliği ve ruhsal karışıklık… Batı’nın materyalizmi, son çıkan kitapları okumayan, düşük eğitimli insanların gözlerini kamaştırıyor sadece.
Ekonomi, hukuk ve yönetim, insan ve siyasi haklar, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda Müslümanların seviyesini nasıl açıklarsınız?
Müslüman hükümetler zayıf ve kafası karışık; bunu herkes biliyor. Ancak Müslümanlar hâlâ yüksek ahlâki ve manevi ideallere bağlıdırlar. Dünyanın eğitimli insanları tarafından tanınan, önde gelen İngiliz yazar A. N. Wilson, Batı’nın kısa sürede parçalanacağını ve ilahi ilkelerine sadık kalan İslam’ın hüküm süreceğini söylüyor. İşte bu yüzden günümüzde pek çok Avrupalı, Büyük Yer Değiştirme Teorisine inanıyor: kendi toplumları için hiçbir gelecek görmüyorlar. Tüm eğitimli insanlar arasında ünlü olan Michel Houellebecq, Fransa’nın kaçınılmaz olarak İslami bir geleceği olduğunu tahmin ediyor. Ancak Üçüncü Dünya’da, basit ve daha az eğitimli insanlar, çökmeye başlamış olmalarına rağmen Batı’nın parıldayan kulelerine hâlâ çocuksu bir hayranlıkla bakıyorlar. Akıllarını güçlendirmesi için Tanrı’ya dua etmeliyiz.
Economy, Legal and Governance, Human and Political Rights, International Relations ana başlıkları üzerinden İslamilik endeksi yapılıyor. (https://islamicity-index.org/wp/latest-indices-2020/) Ve bu endekse göre New Zealand İslamî kriterlere en uygun ülke olarak belirleniyor. Bu endeks ve ölçütler İslamiliğin neresinde? İslamiliği bu tarz işlevselcilik, pragmatizm çerçevesinde değerlendirmek sizce ne anlama geliyor? ‘Din’i bu şekilde değerlendirmeyi, özelde de bu endeksi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Akademik araştırmalar, dindarların akıl ve fizik sağlığı açısından inançsız insanlara göre daha iyi skorlara sahip olduğunu göstermektedir. Ve Müslümanlar çok yüksek puan alma eğilimindedir. Örneğin, türünün şimdiye kadarki en geniş çaplı anketi olan 2019 Mannheim Üniversitesi araştırmasında, akademik “Yaşamdan Memnuniyet Ölçeği” farklı topluluklara uygulanmış ve tüm gruplar arasında hayattan en memnun olanların Müslüman olduğu sonucuna varılmıştır.
Şimdi başlığa dönecek olursak, ‘İslam’ın İnsanlığa Vaadi’ nedir?
İnsanlık her zaman dindar olmuş, ritüel ve inanç yoluyla şifa ve anlam bulmuştur. Komünizmin çöküşünden bu yana, ateizm dünya çapında azalmaktadır ve şu anda insanlığın yüzde ikisinden daha azını oluşturmaktadır. Bizim için doğal değil. Biz Birleşik Krallık’ta gittikçe daha fazla sayıda gencin İslam’a ilgi duyduğunu görüyoruz. Cambridge’deki camimizde haftada ortalama bir kişinin ihtida ettiğine şahit oluyoruz. 2011 Birleşik Krallık hükümetinin nüfus sayımı rakamlarına göre, Birleşik Krallık’ta ihtida eden yaklaşık 100.000 kişi var, ancak bu sayının son yıllarda keskin bir şekilde arttığı görülüyor. Sosyologlara göre İslam’ın avantajları, basit ve zamansız olan ibadet usullerinintutarlı olmasıdır. Diğer bir neden ise normalliği tanımlayıp dayatan bir kilise hiyerarşisinin olmamasıdır: malum bugün insanlar bireyci olmayı seviyor. Ayrıca, Nietzsche’nin açıkça gördüğü gibi, İslam Apolloncu değil, Dionysoscudur; bu da yine gençler için önemli bir faktör.
Spiritüalizmin yükselişi, modernizmin eleştirilmesi bağlamında Müslümanlara dair bir umut beslemek doğru mu ya da postmodern süreçte artık kutsalın dönüşüne dair yorumsamalar var ve buradan Müslümanların veya İslam’ın yararına dair bir umudun gerçekliği üzerine ne düşünüyorsunuz?
Bir asır önce René Guénon, Reform ve Aydınlanma nedeniyle Hıristiyanlığın cismanileştirilmesinden dolayı, Kilisenin artık Avrupalılar için etkili veya yaşanabilir bir manevi araç olmadığını yazmıştı. Bunun yanı sıra, sadece İslam’da manevi kökenlerin ve ibadet biçimlerinin bozulmadan korunduğunu belirtmiştir ve bu nedenle İslam’ı modern Avrupa halkı için en etkili manevi seçenek olarak görür. Mustafa Valsan, İslam ve René Guenon’un İşlevi adlı kitabında bu konuyu ilginç bir şekilde işliyor.
Müslüman toplumlar için hangi değişimler kaçınılmaz, hangileri direnç gösterilebilirdir diyebiliriz?
Müslüman toplumlar, bir asır önceki modernistlerin heykellerine tapmaya devam edenler arasında bölünmeye devam edecek gibi görünüyor, ki bunlara artık Batılı modernistler bile gülüyor. Öte yandan İslam’ı, ölü imparatorlukların dini yaşantılarının dönüşümünden ibaret gören dini kesimler var. Bu düşüncenin de bir geleceği yok.
Önemli bir sorun, ulemanın özgürlük ve bağımsızlığının kısıtlanması veya tamamen bitirilmesi ve dini personelin, gözetim devletinin baskıcıgüvenlik aygıtına entegre edilmesi şeklinde İslam’ın devletleştirilmesidir. Kanıtlar ister monarşik ister cumhuriyetçi olsun, modern devletlerin dini iddialarının dini yavaş yavaş zayıflattığını gösteriyor. Çünkü gençlerin ulus devlete yönelik şüpheciliği din hakkında bir şüpheciliğe dönüşüyor. Müslüman dünya bunu yavaş yavaş görebiliyor.
Kendi tecrübenizle birlikte İngiltere’de İslam’ın bugünüyle ilgili neler söylersiniz?
Cambridge’de ilk bayram namazını kıldığım zaman cemaatte kırk kişi vardı. Şu anda üç bin kişiyiz.
Tektanrıcılık tarihin en güçlü fikri ve İslam da tektanrıcılığın en açık ve en mutlak biçimine sahip olduğu için, özgürce yayılmasına izin verilen her yerde İslam gelişir ve büyür. Mevcut engellerden biri, sadece kendi halkı için camiler oluşturan ve diğer cemaatleri hoş karşılamayan bazı toplulukların, Birleşik Krallık’a etnik milliyetçilik ithal etmesi. Dolayısıyla İslami birlik için mezhep ayrılıklarıyla da mücadele edilmelidir. Woke (uyanış) hareketi güçleniyor ve tüm dinlere doğrudan saldırıyor; buna da net bir yanıt vermemiz ve Woke hareketine bir alternatif olarak İslam’ı güçlü bir şekilde takdim etmemiz gerekiyor. Ancak genel olarak durumu iyimser bir ışık altında görüyorum. Kur’an-ı Kerim’in dediği gibi: “Allah, nurunun tamamlanmayacağını reddeder.” (Allah, nurunu tamamlayacaktır.) (Saf, 61/8)