Giriş
Yabancı, toplumsal bir tip olarak farklı ilişki biçimleri üreten ve farklı toplumsal kategorilerde somutlaşan bir kavramdır. Olumlu ve olumsuz ilişki biçimi üreten yabancı, kimi zaman tüccarda olumlu bir ilişki biçimi üretirken, kimi zaman ise göçmende olumsuz ilişki biçimi üretmiştir. Yirmi birinci yüzyıla gelindiğinde ise kitlesel göçler ile birlikte yabancı, olumsuz ilişki biçimi üreterek göçmende somutlanmıştır. İçinde yaşadığımız toplumsal durum içerisinde bu olumsuz ilişki biçimin aldığı hali zenofobi olarak tanımlayabiliriz. Zenofobi, neredeyse yerli ve yabancı ilişkisinin tek çıktısı haline gelerek bu ilişkiyi gergin bir zemine taşımıştır. Yabancılara yönelik bu yoğun olumsuz duygulanım etik ve politik açıdan yabancıları ahlaki sorumluluk alanından çıkarmakta ve birçok insan hakkı ihlaline neden olmaktadır. Medya ve politikacıların uygulamaları ile körüklenen zenofobi yabancı ile baş etme stratejisi haline gelmektedir. Gündelik yaşamın tüm alanlarının dışına itilmek istenen yabancının ev sahibi toplulukla uyum sürecini zorlaştırmaktadır. Kitlesel göç çağı haline gelmiş günümüz toplumlarında yabancıları ile uyum sürecinin önündeki engellerin insan haklarını koruma altına alarak azaltması gerekmektedir.
Birlikte yaşayabilecek miyiz, sorusunun cevabı hak temelli bir çözüm arayışından geçmektedir. Bu çalışmada ilk olarak zenofobinin nesnesi olan yabancının kim olduğu incelenmiştir. Daha sonra zenofobinin ne olduğu ve nasıl bir toplumsal ilişki biçimi ürettiğine odaklanılmıştır. Son olarak zenofobik tutum ve davranışları aşarak birlikte yaşamanın bir imkânı olarak hak temelli tartışmanın gerekliliği vurgulanmıştır. Zenofobi, birlikte yaşayabilmeyi neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Yabancılara yönelik bu olumsuz duygulanım yoğunlaştıkça şiddet eylemleri artmaktadır. Bu durum tüm dünyayı kriz ve kaos sürecine sürüklemektedir. Yabancılar, aykırı kategoriler olarak görülmek yerine tüm dünyanın, sorunun merkezinde topluluklar olarak görülmeli ve ahlaki bir sorumluluk üstlenilmelidir.
Yabancılık Olgusu ve Zenofobi
Zenofobi (Xenophobia), onu oluşturan yabancı (‘xénos) ve korku Yunanca ‘korku’(‘phóbos’) kavramlarının incelenmesi ile tartışmaya açılabilir. Yabancı kavramı sözlük anlamı açısından incelendiğinde Türkçede (1) Başka bir milletten olan, başka devlet uyruğunda olan (kimse), bigâne, ecnebi; (2) Başka bir milletle ilgili olan; (3) Aileden, çevreden olmayan (kimse veya şey), özge; (4) Tanınmayan, bilinmeyen, yad; (5) Aynı türden, aynı çeşitten olmayan, (6) Bir konuda bilgisi, deneyimi olmayan; (7) Belli bir yere veya kimseye özgü olmayan anlamlarına gelen bir sıfattır[1]. Bu tanımların en önemli ortak özelliği ise referans aldıkları konumdur. Bu konum, territoryal düşüncenin yerliye sağladığı kesin bir toplumsal mekânın sınırlarını belirler. Yabancı, bu sınırın ötesinden olan ve sınırı geçerek yerli ile aynı toplumsal mekânı paylaşmaya niyet etmiş kişidir. O, hususi olanın, alışmışın dışındadır. Ya da Simmel’in tabiri ile ne yerleşik gibi sabit bir konuma sahip ne de bir gezgin gibi özgürce dolaşmaktadır. O, bugün gelip yarın da kalacak olandır[2].
Yabandan, yani yerleşim yerinin dışından gelmiş, sınırı geçmiş ve kalmak için niyetlenmiş kişidir. En nihayetinde olması gereken yerde olmayıp, sınırları geçen yabancı toplumsal etkileşimin bir parçasıdır. Yabancı ile etkileşim her zaman olumsuz bir ilişki biçimi meydana getirmez. Hatta bu kavramın ilk olarak sosyolojik bir zemine taşıyan Simmel için gayet olumlu bir ilişki biçimi olan “Tüccar”da somutlaşır. Simmel’in tüccarı, her ne kadar sosyal anlamda grubun organik üyesi kabul edilmese de nesnelliği ile toplumda olumlu bir ilişki biçimi üretmiştir. Burada Simmel’in literatüre katkısı öznesi tüccarda somutlaştırılmış olan yabancılık konumudur. Bu konumun öznesi tarih boyunca değişmiş olsa da yabancılık konumu doldurulmak üzere farlı öznelere sahip olmuştur.[3] Yabancı ile olan ilişkiler bir nevi pamuk ipliğine bağlıdır. Kriz dönemlerinde yabancı, güvensizlik meydana getirerek, krizin sebebi olarak görülür. Simmel bu durumu şu şekilde ifade eder: “Ta ilk zamanlardan beri, her türlü ayaklanma sırasında saldırılan taraf ayaklanmanın dışarıdan, yabancı elçi ve ajitatörlerden gelen bir tahrik yüzünden çıktığı iddia edilmiştir.”[4]
Yabancı ile olan ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı doğası onun aidiyetsizliğinden gelir. Aidiyetsizlik vurgusu yabancının kökeninedir. Yabancının kökleri, yerlinin mekânsal sınırları dışında olduğundan doğası gereği belirsiz ve öngörülemezdir. Bu nedenle yabancı, bireysel olarak değil belli bir tipte yabancı olarak algılanır. Bir yabancıdan bahsedildiğinde aslında sınırlar içerisinde bulunan tüm yabancılara atıf yapılır. Köken, bireyleri kültürel örüntünün “denenmiş reçeteler sistemi”[5]ne dahil eder. Birey, bu sistem içerisinde gündelik yaşamın rutin ve alışkanlıklarını sürdürür. Denenmiş reçeteler sistemi, yabancının anlam dünyasını şekillendirir. Fakat bu anlam dünyası farklı denenmiş reçeteler sistemine sahip olan yerlinin topraklarında geçerliliğini kaybeder. Yerli kendi gündelik yaşamının rutin ve alışkanlığı içerisinde kültürel örüntünün nispeten belirsizlikten arındırdığı bir toplumsal yaşam içerisindedir. Yabancı, tam olarak bu sterilize edilmiş yaşam dünyasının içine girerek kültürel örüntünün otoritesini tehdit eder. Gündelik yaşamın bilgi sistemi yerli için bir sığınakken, yabancı için bir keşif sahasıdır.[6] Onun nesnel doğası, gündelik rutin ve alışkanlıkların sağladığı –yerli için sorgulanmasına gerek olmadan kabul edilen- bilgi sistemini sorgulamasına izin verir. Bu sorgulamayı, yerlinin gözünde hiçbir geçerliliği olmayan kendi kültürel örüntüsünün denenmiş reçeteler sistemi ile yapar. Bu nedenle gündelik yaşamın bütünlük sağlayan bilgi sistemine olan güveni tehdit eder. Aslında yabancı bu sorgulamayı, yerliyi tedirgin etmek için değil, iç gruba dahil olabilmek için yapar. Onun bu talebi olumlu olarak sonuçlanabilir ve yerli yabancı arasında olumlu bir ilişki biçimi meydana gelerek uyum sağlanabilir. Eğer talebi olumsuz sonuçlanırsa, karşılaşma sorun alanına dönüşür ise hoşnutsuzluk ortamı meydana gelir.
Foucault tarafından insan ilişkilerinin sabit bir konumu olarak görülen yabancılık konumunun farklı tarihsel süreçlerde farklı özneleri olduğuna dikkat çekmiştik. Hem bu yazının konusu hem de zenofobik tutumum öznesi olan yabancı ise iç guruba katılım talebi hoşnutsuzluk meydana getiren ve olumsuz ilişki biçimi üreten yabancıdır. Bu yabancı, günümüz toplumsallığı içerisinde göçmende somutlaşmaktadır. Uluslararası göç örgütünün rakamlarına göre dünya üzerinde toplam göç edenlerin sayısı 281 milyona ulaşmış durumdadır. Bu göçlerin 89 milyonu ise zorla yerinden edilmiş insanlardan oluşmaktadır[7]. Bauman’ın tabiri ile “Kapımızdaki Yabancılar”ın sayısı her geçen gün artmaktadır. Kitlesel göç akını ile gelen bu insanlar, bir anda tüm toplumsal korku ve kaygıların, güvensizliğin ve yapısal sorunların merkezine yerleştirilir. Yabancı, bu karşılaşmada hiç olmadığı kadar öngörülemez, denetlenmez, baş edilemez ve uyum sağlayamayacak kadar kültürsüz görünür. Kusursuz ve geçirimsiz kabul edilen bu nedenle düzen ve güven ile özdeşleştirilen sınırlardan geçen bu yabancılar, ev sahibi topluluk tarafından güvenilmez ve düzen bozucu olarak görülür. Toplumsal bir tedirginliğe, korkuya neden olur.
Zenofobi kavramının yabancısı özellikle olumsuz ilişki biçimi meydana getiren yabancıdır. “Phobia” yani korku ise Freud’un tanımı ile nesnesini bulmuş olan kaygıdır. Zenofobik tutum ve davranışlar yabancıları, tarihsel süreçte birikmiş tüm toplumsal kaygıların nesnesi haline getirir ve kaygılar artık nesnesini bularak korkulara dönüşür. Korku, insanın varoluşuna bitişik bir duygudur. İnsanlar, varoluşsal güvenin tehdit edildiği durumlarda korkuya kapılırlar. Korku, insanları ihtiyatlı yaşamaya sevk eder. Bu tarz korkular, hem geçmişe hem geleceğe referans ile gün yüzüne çıkar. Yabancıların geçmişte verdiği zararlar, yaptığı hainlikler ve güvenilmez olduklarına dair söylemler, gelecekte gerçekleşme ihtimali olan kültürün yozlaşması, ahlaki değerlerin yok oluşu, nüfus olarak ev sahibi grubu geçerek ülkeye tamamen ele geçirileceği kaygıları ile birleşir. Bu kaygıların nesnesi yabancı olduğundan ondan korkulur. Korku, yabancıyı toplumsallığın dışına iterek tüm ilişki ve iletişim kanalları kapatılır. Bu durum yabancının her türlü haklardan mahrum edilmesi ve fiziksel şiddette varan düşmanlıklara kadar ilerleyebilir. Korku, aşinalık alanına giren yabancıya karşı bazı savunma mekanizmalarını devreye sokar. Waldenfel’in dikkat çektiği gibi bu süreçte hususilik çabaları[8] başlar ve biz duygusu güçlenerek yabancıya karşı bir kalkan olarak kullanılır.
Biz duygusu, yabancının farklıklarını abartmayı benzerliklerini ise neredeyse yok etmeye eğilimlidir. Dış grubu meydana getiren farklılıklar ve iç grubu benzerlikler abartılmış bir kabule dayanır[9]. Yabancının ülkeye girişi istila, akın, işgal gibi savaş literatürüne ilişkin kavramlar ile ifade edilir. Bu kavramlar bir taraftan yabancının meydana getirdiği tehlikeyi bir taraftan ise milliyetçi duyguları körükler. Ev sahibi topluluk, territoryal bir bölge olarak vatana dair söylemlerini geçmişe referans ile şekillendirir. Geçmişe atıf yapılarak vatanı vatan yapan süreçler anlatılır. Bu süreçte hem yerli hem de yabancı bireysel tecrübelerden bağımsız genel tipleştirmeler ile inşa edilir. Yerli, iç grubu tüm olumlu yönleri ile mitsel anlatılar ile yüceltirken, yabancı itibarsızlaştırılır ve insandışılaştırılır. Tipleştirilen bu yabancı karşısında yerli, kültürel ortamların ve değerlerin kaybı korkusu yaşar[10]. Korkuyu bertaraf etmek için kimliğin hegomonik boyutunu ön plana çıkararak, kendini üstün görme eğilimi gösterir. Aşağılıma, dışlama, düşmanlık ve uzaklaştırma gibi savunma mekanizmaları geliştirir. Ev sahibi topluluğun üyeleri, yabancı ile etkileşiminde kendisinin ev sahibi olduğunun hiçbir koşulda unutulmamasını beklerler. Her ne olursa olsun ev sahibinin beklentisini Derrida, şu şekilde özetler;
Konukluk elbette bir hak, bir ödev, bir zorundalık bir yasadır, yabancı ötekinin dost olarak ağırlanmasıdır, öyle olması gerekir; ancak bunun koşulu ev sahibinin, host’un, Wirt’in, kabul eden ve ya barındıran ya da iltica hakkı verenin patron, evin efendisi olarak kalması, kendi evinde kendi otoritesini koruması, kendini koruması, kendine bakana bakması ve onu koruması, dolayısıyla konukluk yasasını evin, oikonomia’nın yasası, kendi evinin yasası, yerin (ev, hotel, hastane, yurt, aile, kent, ulus, dil) yasası olarak, sunulan konukseverliğin kendisinin yerinin sınırlarını çizen ve onun üzerinde otoritesini koruyan, korumanın yani doğruluğun yeri olan kalan ve dolayısıyla sunulan armağanı sınırlayan ve bu sınırlamayı, yani kendi evinde kendi olmayı, ödülün ve konukseverliğin koşulu yapan özdeşlik yasası olarak olumlamasıdır[11].
Yabancı ile yerlinin pamuk ipliğine bağlı ilişkisinin temelinde yatan diğer bir olgu da bu beklentinin sağlanıp sağlanmayacağına dair şüphedir. Eğer ev sahibi topluluk, otoritesinin sarsılacağından şüpheye düştüğünde, yabancılara gereğinden fazla imtiyazlar tanındığını düşündüğünde yabancıya dair olumsuz ilişkisini pekiştirir. Yerli ve yabancı ilişkisini zenofobik zemine taşıyan süreç çok boyutludur. Yabancının nereden geldiği, (Doğudan mı?, Batıdan mı?, Gelişmiş bir ülkeden mi? Gelişmemiş bir ülkeden mi?), ülkeye nasıl giriş yaptığı, (Kaçak olarak mı?, Resmi bir izinle mi?), gelen yabancıların sayısı, yabancıların niteliği (tarihsel olarak yaşanan bir husumet var mı?, Kökensel -kültürel, dini, etnik- bir benzerlik var mı?), kalıcılık durumları (geçici mi yoksa kalıcı mı oldukları) yabancıya karşı tavır ve tutumların niteliğinde belirleyicidir. Zenofobinin diyalektik bir boyutu vardır[12]. Bu diyalektik boyut yerli ve yabancının birbirleri hakkındaki imajı ve “karşı taraf bizi nasıl görüyor” imajı arasındadır. Yabancının imaj, biz’in imajı ve karşı tarafın bizi nasıl gördüğüne dair imajın konumları zonofobik tutumun yoğunluğunu etkiler. Biz’in imajı ve karşı tarafın bizi nasıl gördüğü imajı arasındaki fark küçükse yani biz kendini üstün görürken yabancıda bu üstünlüğü kabul ediyorsa zenofobik tutum daha azken, biz kendini üstün yabancı ise bu üstünlüğü tanımıyorsa zenofobik tutum yoğunlaşır.
Göçmene yönelik tutum ve davranışların şekillenmesinde medya ve siyasi açıklamalar önemli bir yer tutar. Medyanın göçmene yönelik oluşturduğu olumsuz algı ve siyasilerin bu konudaki ayrımcı politikaları göçü bir güvenlik sorunu haline getirirken, toplum içinde bir ahlaki panik ortamı oluşur. Ahlaki panik “formel ve enformel denetleyici ve yönlendirici mekanizmaların bileşkesiyle belirli kişi, grup, topluluk veya olayların toplumsal düzene, ahlaki değerlere karşı riskli ve tehlikeli şekilde etiketlendirilerek toplumun genelinin panik dalgasının yaratılmasına işaret eder”[13]. Kitlesel göçler ile tüm dünyada sorun haline gelen göçler, yabancılara karşı küresel bir kayıtsızlık ortamı meydana getirmektedir. Küresel kayıtsızlık göçmenleri ahlaki ve hukuksal sorumluluk alanı dışına itmektedir. 21. yy. zorla yerinden edilenlerin sayısında ciddi artışların olduğu bir göç çağı haline gelmiştir. İçinde yaşadığımız toplumsal durum içinde göçlerin bu denli artışı ırkçılığın bir karakteristik özellik haline geldiği 20. yy. sonrasında zenofobi bu sefer yeni ırkçılık olarak tabir edilen kültürel alanda alevlenmiş ve yelpazelenmiştir. Irkçılık ve zenofobi arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte yeniden önemli bir farklılık vardır. Irkçılık yabancı olanın ırksal özelliklerine doğrudan atıf yaparken, zenofobi, yabancının ırksal özelliklerinden çok onun henüz ortaya çıkmamış ama gelecekte açığa çıkacak olan niteliklerine odaklanır.
Zenofobik özne, korkusunu yönelttiği nesnesinin öngörülemez, belirsiz ve güvensiz doğasına odaklanır. 21. yy. bir taraftan kitlesel göçlere sahne olurken bir taraftan risk, korku ve belirsizliğin gündelik yaşamın tüm alanlarına yayıldığı bir süreçtir. İçinde yaşadığımız çağın birey ilişkilerinde belirleyici olan risk, korku ve belirsizlik faktörleri toplumsal yaşamı kırılgan ve güvensiz bir ortam haline getirmektedir. Zenofobi duygu ve eylem boyutundan oluşur. Zenofobik öznenin, yabancının kültürel ve sosyal yaşamı bozacağına, değerlerini ayaklar altına alacağına ve ülkeyi yozlaştıracağına dair korkusu zamanla –medya ve siyasetçilerin olumsuz tutumlarıyla da perçinlenerek- eylem boyutu olarak gördüğümüz düşmanlığa dönüşür. Yabancılara yönelik şiddet eylemleri ve saldırganlık meydana gelebilir. Zenofobi, dışsal faktörlerden etkilenen, beslenen ve bunlar tarafından yoğunlaştırılır. İçinde bulunduğumuz politik, sosyal ve ekonomik durum zenofobik duyguların yoğunlaşması ya da azaltılması üzerinde etkilidir.
Zenofobinin gerçeklik ile kesintili ilişkisi vardır. Çünkü zenofobinin kaynakları her zaman gerçek olaylar değildir. Önyargılar ve tümevarımsal çıkarımlar zenofobik öznenin argümanlarına kaynaklık eder. Zenofobik özne, yabancıyı yalnızca kötü deneyimlerinden yola çıkarak değerlendirmez, ihtimaller üzerinden çıkarımlarda bulunur ya da bir yabancı tarafından gerçekleşen olayı tüm yabancılara mal eder. Gerçeklikle olan bu kesintili ilişki yabancılara karşı kayıtsızlığı arttırır. Eşitsiliklerimiz ve farklılıklarımızla birlikte yaşamayı zorlaştırır. Zenofobik tutum ve davranışlar yabancıyı ciddi bir hak kaybı ile karşı karşıya getirmektedir. Yabancılar, ekonomik sorunların kaynağı olarak görülür. İşsizliğin temel sebebi olarak ev sahibi topluluğun çalışma yaşamını güvencesiz hale getirmişlerdir. Tüm bunların üstünde tutulan sorun alanı ise kültür, ahlak ve güvenlik temelli endişelerdir. Yabancılar, şimdinin ve geleceğin sorun alanı olarak görüldükçe ahlaki sorumluluk alanının dışına itilmektedir. Sınır kapılarında insanlık dışı faaliyetlere maruz bırakılarak birçok hak ihlali ile karşılaşmaktadırlar.
Hak Temelli Bir Çözüm Arayışı
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 1948 yılında ilan edildiğinde “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır” maddesi ile uluslararası göçü güvence altına almıştır. Bu bağlamda beyanname yirminci yüzyılın son yarısı ve günümüze kadar olan süreçte, hem insan haklarının evrensel bir beyanname ile koruma altına alınmasını sağlamış hem de sistematik insan hakları ihlallerine ve sığınma hakkına aykırı uygulamalara sahne olmuştur. Bu konuda Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi, 2016 yılında yayınladığı rapor önemlidir. Birçok ülkede insan haklarına ve sığınma hakkına aykırı davranış ve uygulamalar görülmüştür. Slovenya sınırı dikenli teller ile çevrilirken, Danimarka Meclisi, sığınmacıların ziynet eşyalarına el konulmasını öngören yasayı kabul etmiştir. Macaristan teller ile çevrelediği sınırlarını geçenleri suçlu olarak görmüş ve sığınma hakkını ihlal etmiştir. Hollanda evine dönmek istemeyen göçmenleri en temel yaşam hakları olan yiyecek ve barınak hakkını engelleme uygulamasına geçmiştir. Yaygın zenofobik tutum ve davranışlar, yabancılar konusunda hak temelli bir tartışmayı gerekli kılmaktadır.
İnsan hakları yeniden ahlaki ve hukuki temelini kuvvetlendirerek, yabancıların haklara sahip olma hakkını korumalıdır. Karşılıklı bağımlılığın her geçen gün artığı küresel dünya da ulus ötesi göçler toplumsal ve kültürel bakımdan insan hakları beyannamesinin sosyolojik boyutunun önemini vurgulamaktadır. İnsan hakları özellikle iki konu üzerinden eleştirilmektedir. Bunlardan birincisi Ranciere tarafından yapılmıştır. Ranciere, beyannameyi asıl amacı olarak tanımladığı barışçıl ortamı sağlayamamış olmasından dolayı eleştirir. İnsan hakları tartışmaya açıldığında ilk olarak barışçıl dünyaya doğru giden bir hareketin ruhsatnamesi olarak görülmüş fakat durum beklendiği gibi ilerlememiştir. Etnik çatışmalar, kıyımlar patlak vermeye, köktendinci, ırk temelli ya da yabancı düşmanı hareketler sahne almaya başlamıştır[14]. İkinci eleştiri ise Arendt’ten gelir. Arendt, beyannameyi somut örnekler karşında soyut bir özneye sahip olmakla eleştirir. İnsan haklarında kastedilen “insan” kimdir? Arendt, beyannamenin insandan kastının bir ülkenin vatandaşı olan “yurttaş” olduğuna dikkat çeker. Yurtsuz kaldığı için sığınma hakkı talep eden yabancılar için ise beyanname bu anlamda bir çıkmaz meydana getirmektedir.
Vatandaşlık haklarına işaret eden insan hakları beyannamesi, vatandaşlık haklarını kaybetmiş olan insanların elinden insan haklarını da almaktadır. Oysa Arendt’e göre insan hakları tüm niteliklerinden soyutlanmış olan insanı kapsamalıdır. Yani tüm insanlar haklara sahip olma hakkına sahiptir. Seyla Benhabib, kitlesel göçlerin yirmi birinci yüzyıldaki ciddi artışıyla birlikte artan zenofobinin olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak ve zenofobik tutumları azaltmak için insan haklarının soyut öznesinin somutlaştırmayı amaçlamıştır. Böylelikle insan haklarının hukuki ve politik bir dayanağını ortaya koymak için “politik üyelik” kavramını öne sürmektedir. Politik sınırlar, terriroyal düşüncenin ürünü olarak yerli ve yabancı ayrımının temelini oluşturur. Ulus devletin sınırları kutsal kabul edilir. Devlet yönetimi, bu sınırların dışından gelecek tehditleri önlemeye odaklanır. Bu nedenle uluslararası göçmenler de “vatandaş olmayan”, “öteki”, “yabancı” olarak nitelendirilir[15]. Benhabib, politik üyelik kavramını tam olarak bu kategori dışında kalanların sonsuza dek kategori dışı bırakılmasına karşı çıkmak için kullanır. Politik üyelik, yabancıları ve başka ülkelerin vatandaşlarını, göçmenleri ve yeni gelmiş kişileri, mültecileri ve sığınmacıları mevcut politikalara dâhil eden ilkeleri ve uygulamaları içermektedir[16]. Benhabib, bu kavram ile devlet sınırları arasında gidip gelen insanların hareketinin işaret ettiği uluslarötesi göçlerin ve anayasal olduğu kadar politikaya da ait meselelerin devletlerarası ilişkiler ve buna bağlı olarak küresel adalete ilişkin bir normatif teori açısından büyük önem taşıdığını göstermek istemektedir.
Politik üyeliğin inkâr edilmesi yabancı ile ahlaki bir diyaloğun reddi ve yabancıyı doğuştan gelen ve elinden olmayan -cinsiyet, din, dil, ırk ve etnik köken gibi- niteliklerinden dolayı iletişimsel özgürlüğün reddi anlamına gelmektedir. Yabancının yaşadığı ülke üzerinde daimi olarak haklardan mahrum bırakılması uygun temellere dayandırmanın imkânsızlığı nedeniyle belli koşullar karşılamaları durumunda üyelik hakkı vermeyi gerektirir. Belli koşullara bağlanmış üyelik hakkı, hukukun üstünlüğünün tersine akan göç politikalarının ve zenofobik tutum ve davranışların yerli ve yabancı arasındaki gerginliği azaltmak ve hak temelli bir çözüm için önemli bir kavramdır. Yabancılara yönelik insan haklarına dayanan politikalar, bireyin iletişimsel özgürlüğünü koruma altına almalıdır. Touraine, Eşitsizliklerimiz ve Farklılıklarımız ile Birlikte Yaşayabilecek miyiz? Sorusunun cevabını verirken birlikte yaşama ifadesinin yalnızca fiziksel bir birlikteliği kastetmediğini iletişimsel bir birlikteliği kastettiğinin altını çizer[17]. Yabancıları tüm korkuların nesnesi olmaktan çıkarıp karşılıklı olarak birbirimizi birer özne olarak kabul ettiğimiz de birlikte ve farklılıklarımız ile yaşayabiliriz. Göçmenleri, aykırı bir kategori olarak görmek, onları yadsımak yerine onların herkesi ilgilendiren sorunların tam ortasında ve merkezi bir yerde olduğunu kabul etmek yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa karşı koymada verimli bir adım olacaktır[18].
Sonuç
Yabancılar, varoluşsal bir tehdit olarak değil haklar düzeyinde özneler olarak görmek gerekmektedir. Yabancılar zenofobik duygulanımın nesnesi olmaktan çıkarılıp haklar düzeyinde özneler olarak görmek, yabancıları ahlaki sorumluluk alanına taşımaktır. Yabancıların ilişkisel özgürlük hakları bağlamında yeniden hak sahibi özneler olarak inşa edilmelidir. Bu bağlamda Derrida’nın da işaret ettiği gibi özellikle “Avrupa” uluslararası hukukun geleceği sorumluluklar üstlenmek zorundadır. Zenofobik duygulanımı azaltmak için ahlaki tavır ve eylem üretilmelidir. Yabancıyı sonsuza dek kökensel nosyonları nedeniyle korkunun nesnesi olarak indirgemeci bir bakış yerine insan hakları bağlamında birlikte yaşamının yolları aranmalıdır. Bu bağlamda Benhabib’in politik üyelik kavramı ve Touriane’nin özne kavramı bağlamında zenofobi yeniden düşünülmelidir. Karşılıklı bağımlılıkların arttığı bu çağda sınırlar, birçok yaşam hattının kesişip çaprazlandığı eşiklere dönüştürülerek yabancı ile olumlu bir ilişki kurmak ve birlikte yaşamak öğrenilmesi gereken ciddi bir konu haline gelmiştir. Zenofobik tutumların artması ve yabancıların ahlaki sorumluluk alanına çıkarılması göçlerin neredeyse vazgeçilmez bir olgu haline geldiği dünyamız için en önemli sorun alanıdır.
[1] TDK, 2022
[2] Simmel, G., (2015). Bireysellik ve Kültür. (T. Birkan, Çev.). Metis Yayınları. Ankara
[3] Foucault, M., (2006). Deliliğin Tarihi. (Mehmet Ali Kılıçbay, Çev.). İmge Yayınları. Ankara
[4] Simmel, G., (2015). Bireysellik ve Kültür. (T. Birkan, Çev.). Metis Yayınları. Ankara
[5]Schütz, A. (2016). Yabancı: Bir Sosyal Psikoloji Makalesi. L. Ünsaldı içinde, Yabancı Bir İlişki Biçimi Olarak Ötekilik, (s. 35-52). Heretik Yayınları. Ankara.
[6] Age, s.50.
[7] IOM,2022
[8] Waldenfels, B. (2010). Yabancı Fenomenolojisi (K. Mesut, Çev.). Avesta Basın Yayınları
[9] Bilgin, N. (2007). Kimlik İnşası. Aşina Kitaplar Yayınları.
[10] Bauman, Z. (2018). Kapımızdaki Yabancılar. (E. Barca, Çev.). Ayrıntı Yayınları.
[11] Sözer, Ö., & Keskin, F. (2012). Pera Peras Poros: Jacques Derrida ile Birlikte Displinlerarası Çalışma. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
[12] Millas, H. (2002). Milli Türk Kimliği ve Öteki (Yunan). Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, 193-201.
[13] Geçkin, E. (2019). Takdim Ahlaki Panik Sosyolojisinin İmkanı. S. Cohen içinde, Halk Düşmanları ve Ahlaki Panikler (s. 7-23), (D. Türker, Çev.). Heretik Yayınları.
[14] Ranciere, J. (2009). İnsan Haklarının Öznesi Kimdir? Tesmeralsekdiz 4, 53-65.
[15] Özer, Y. (2015). Uluslararası Göç ve Yabancı Düşmanlığı: Türkiye ve Fransa Örnekleriyle. Derin Yayınları.
[16] Benhabib, S. (2016). Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar (B. Akkıyal, Çev.). İletişim Yayınları.
[17] Tourine, A., (2017). Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz? (Olcay Kunat. Çev.). Yapı Kredi Yayınları.
[18] Age s. 246.