İslam Sosyalizmi ve Ali Şeriati

Nida Dergisi / Kasım / 2014 / 166. Sayı

İslam sosyalizmi aslında eski bir tartışmadır. Bu tartışma 1940’lı yıllarda başlayarak başta Mısır olmak üzere Suriye, İran ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman aydınları ciddi olarak meşgul etmiştir. Türkiye’de ise, özellikle Mustafa Sıbai, Seyyid kutup ve Ali Şeriati gibi düşünürlerin tercümeleri ile ülke müslümanlarının gündemine girmişse de hiçbir o zaman ülkelerdeki  ciddiyetine erişememiştir. En fazla yer yer partilerin sağcılığı solculuğu veya biraz sağcılık ve biraz solculuğun Türkiye’deki anlaşılmaz kaypaklığı söz konusu olduğunda ya da Ortadoğu’daki emperyalist işgallerde sosyalistler ile İslamcıların kendilerini aynı safta bulunmalarından kaynaklanan şaşkınlıklarla hatırlanır. Ama ilk zamanlardan bu yana Türkiye’de bu konunun ne ciddi olarak aydınlar arasında tartışma yarattığı, ne de bir taraftar kitlesi bulunduğu söylenebilir. En sonda eski iki siyasetçinin başını çektiği  cılız ve akim bir “Müslüman sol” hareketiyle yüzeysel olarak da olsa hatırlanmış ve böylece tekrar bir takım köşe yazarlarının gündemine düşmüşse de yine hak ettiği ilgiyi bulamamıştır.

Bilinen bir gerçektir ki dağılan Sovyet Rusya ile birlikte sosyalizm, bütün dünyada artık eski cazibesini yitirmiş ve bugün için hem aydınlar hem de kitleler arasında tartışmaların ve beklentilerin odağı olmaktan büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Ama bu, sosyalizmi bugün için dişe dokunur hiçbir teorisinin olmadığı anlamına gelmediği gibi bir ideoloji olarak sahneden çekildiği anlamına gelmez. Ama görsel kültürün egemen olduğu dünyamızda teorilerin ve özellikle sosyalizm gibi toplumcu ideolojilerin eski cazibesini yitirdiğini söylemek bile fazladır. O halde böyle bir konuyu yeniden tartışmanın ne gereği olduğu düşünülebilir. Belirtmeliyim ki bu konuyu ele almaktaki maksadım, böylesine güncelliğini yitirmiş eski bir tartışmayı yeniden gündeme getirmek değildir elbette.

Yapmak istediğim, İslam ile sosyalizm arasında bir izdivacın olabilirliği veya olmazlığını savunmak da değildir. Amacım, yakın dönem İslam düşüncesinin bu denli ciddi bir tartışmasını hatırlatmak ve bu düşüncenin her devirde sosyo-politik şartlarından bağımsız düşünülmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Bitimsiz Tartışma: İslam Sosyalizmi

  • İslam sosyalizmi tartışmalarının başlangıcı Ali Bulaç’ın belirttiğine göre Faik Bercâvî’nin “İslam Sosyalizmi” adlı kitabının yayınlandığı 1945 yıllarına kadar götürülebilir. Ancak bu, o tarihlerde bile yeni bir konu değildir. Çünkü 20. yüzyılın başlarında İzmirli İsmail Hakkı’nın bir makalesi yayımlanmıştı. Hatta daha erken tarihlerde mısırlı meşhur şair Ahmet Şevki (1868-1932) bir şiirinde Hz. Peygamber’i “sosyalistlerin imamı” olarak nitelendiriyordu. Cemil Meriç daha da gerilere gitmek gerektiğini düşünür. Ona göre sosyalizmi İslamileştirilmesi veya Araplaştırılması işinde başrolü Afgani (1838-1897) oynamıştır. Meriç’e hak vermemek mümkün değildir. Gerçekten de İslam düşüncesinin olumlu veya olumsuz hemen her damarının temelinde Afgani vardır. İslam toplumlarındaki milliyetçiliğin de,  İttihad-ı İslam fikrinin de, İslam sosyalizminin de  temelinde bir parça onun tezlerini bulmak her zaman mümkündür. Ama İslam sosyalizmi için bu kaynaklık, belki bir ilham veya fikir vermek nispetindedir. Yoksa kavramı ona mal etmek elbette ki doğru olmayacaktır. Diğer İslam ülkelerinde tartışmanın alevlendiği yıllarda eş zamanlı olarak Türkiye’de de, Nurettin Topçu, “Anadolu Sosyalizmi” kavramsallaştırmasıyla aynı konuyu gündeme getirir. Hatta Topçu, Hareket dergisinde yazdığı bir yazıda “sosyalizm devrimizin şeraıtıdır” diyecek kadar ileriye gitmiş fakat sonra ne kendisi bu konuda ısrar etmiş ne de beklediği ilgiyi görebilmiştir. Hemen hemen aynı yıllarda biri telif diğeri tercüme iki kitap yayımlanır. Birincisi, Hüseyin Hatemi tarafından yazılmış “İslam Açısından Sosyalizm” adında bir telif kitaptır. İkincisi ise ihtida etmiş Fransalı büyük Marksist düşünür Roger Garaudy’nin sonradan Türkçeye tercüme edilmiş “Sosyalizmi ve İslamiyet” kitabıdır. Fakat bütün bunlar bu tartışmanın Türkiye dışında geliştiği ve tartışıldığı gerçeğini değiştirecek nitelikte değildir.

İslam  sosyalizmle uyuşur mu? Amacımın böyle eski bir soruyu veya daha doğrusu tartışmayı yeniden tartışmak olmadığını yukarıda da belirttim. Fakat bu soruya verilen cevapları bilmemizin, İslam düşünce geleneğinin açtığı merhaleleri ve ulaştığı yeri bilmemiz açısından Hayati bir önem taşıdığını da belirtmem gerekiyor. Kuşku yok ki geleneği olmayan veya var olan geleneği bilinmeyen bir düşüncenin geleceği de olamaz. Şimdi bir devrin bu müşkül sorusunun yarattığı zihin bunalımını ve bitimsiz tartışmayı irdeleyelim.

İslam, Sosyalizm ile uyuşur mu?

İranlı siyaset bilimi profesörü Hamid İnayete göre 20. yy’deki sosyo-politik düzenleme sistemleri içerisinde İslam’ın yüksek mizacına en fazla uyum belirteni sosyalizm olmuştur. Her ikisi de kolektivizm veya kamu ve birey menfaatlerindeki denge, devlet kontrolü, servetin eşitçe dağıtımı gibi konularda birbirlerine çok yaklaşmışlardır. İnayet, hemen şunu da eklemeyi ihmal etmez: Sosyalizm, Hegelci Avrupai  üstünlük anlayışıyla ya da Marksçı tanrıtanımazlıkla ilişkilendirildiğinde ya da İslam, özel mülkiyetin dokunulmazlığını savunan bir düşünce sistemi olarak sunulduğunda bu  ikisi arasında hiç şüphesiz ihtilaflar çıkmaktadır. Ancak yine, ne Hegelcilik ne de Marksizm sosyalizm ayrılmaz, ne de özel mülkiyet İslam’ın esas ve değişmez doktrinlerindendir.

İnayet, üzerinde durulması gereken üç İslam sosyalizm türü olduğunu söyler: Resmi versiyon, fundamentalist versiyon ve radikal versiyon. Şimdi İnayet’in bu sınıflandırmasını takip ederek İslam sosyalizminin gelişimini izleyelim.

Resmi Versiyon

Sosyalizmi bu versiyonu, 1961’de Mısır’la Suriye’nin birlikteliklerinin (Birleşik Arap Cumhuriyeti) bozulduğu ve Nasır’ın siyasi ağırlığını Arap Birliği fikrinden Mısır’ı  endüstrileşmiş bir devlete dönüştürme aracı olarak sosyalizme kaydırması ile başlar. Fakat daha önce bu yolda ilk adımlar, toprak mülkiyetini 200 feddanla sınırlayan ve bu miktarı aşan arazinin çiftçilere dağıtılmasını öngören 1954 tarihli Toprak Reformu Yasasıyla atılmıştı.

Yasanın çıkartılması, Eylül devriminin sosyalist yöneliminin İlk emaresi mesabesinde idi, ki bu yönelim, 60’lı yılların, bütün üretim araçlarının mülkiyetini devlete devreden kararları ile aleniyet kazanacaktı. 1962’de ki Ulusal Sözleşme’de sistem benimsendiği sosyalizmi “Arap Sosyalizmi” olarak tanımlamak suretiyle bunun mevcut sosyalist toplumlardan alındığını ima edecek bütün nitelemeleri de reddediyordu. Dolayısıyla bu ilhamını İslam’daki Adalet ilkesinden alan İslami nitelikli bir sosyalizmdi.

Öteden beri bu yönde bir eğilimi olan Nasır, küçük küçük adımlarla arzuladığı siyasi yapıya erişmek istiyordu. Sistemini “Arap Sosyalizmi” olarak nitelendirmekle  de bu yönde en önemli basamaklardan birini atmıştı. Hamit  İnayet’e göre Nasır’ın amacı sınıfsız bir toplum değil sadece sınıf farklılıklarının,  giderilmesi istibdattan ve istismardan bağımsız çeşitli sınıfların barışçı bir şekilde bir arada yaşayabileceği şartları oluşturmaktı.

 Elbette Nasır bu tepki çekmeyen fikirlerle kalmayacak  giderek özel mülkiyete sınırlandırmalar getirecek ve İslami kitleyle arasındaki tansiyonu yükseltecekti. Kuşkusuz Nazır’ın zihni karışıktı. Ulusal heyecanı onu Arap ulusçuluğuna, idealleri ve elbette küresel konjonktür sosyalizme yöneltirken nihayet toplumsal  realite ve belki kişisel hayatı onu İslam’la karşı karşıya bırakıyordu. Nitekim yazdığı The Philosophy of Revolution (Devrim Felsefesi) adlı manifestoda İslam’ı Mısır’ın üçlü sacayağından biri olarak nitelendiriyordu. Fakat İslam giderek ağırlık kazanan sosyalizm düşüncesi ile Arap ulusculuğu arasında boğulmaya başlayacak ve bu durum İslamî çevrelerde rahatsızlık ve gelecekle ilgili büyük kaygılar doğuracaktır.

İnayetin belirttiğine göre Mısır’da İslam sosyalizminin öncüleri Suriyeli Mustafa Sıbai’nin El İştirakıyyetü’l-İslam (İslam Sosyalizm) adlı öncü çalışmasına minnetlerini ifade ediyorlardı ve her araştırmaya sosyalizm in İslam’la imtizacını gösteren  makul kaynak olarak onu tavsiye ediyorlardı. Kitabın resmi yayınevi tarafından da basılmış olduğu gerçeğini bildiren İnayet, haklı olarak bunu oldukça garip bulur. Evet, oldukça garip bir durumdur bu. Zira, Suriye ihvan-ı Müslimin cemaatinin lideri Sıbai’nin yoldaşları Mısır’da yargılanır idam edilirken aynı ülkede kendisi devlet ideolojisinin güvenilir bir İslami doğrulayıcısı olarak sunuluyordu. Elbette bu kitap Nasır’ın teorilerinden önce (1959) ve çok daha saf niyetlerle yazılmıştı. Ama durum, sosyo-politik şartların aynı cemaatin üyeleri arasında bile ne derece farklılıklar yarattığını göstermesi açısından ibretamizdir. 

Elbette Sıbai bu heteredoks atılımı sebebiyle yakasına eleştiriden kurtaramayacaktır. Nitekim hem dava arkadaşlarından hem farklı ekol mensuplarından kendisine çok ciddi eleştiriler yöneltilir. İlk eleştirilerinden biri Baas rejimi tarafından 1968 yılında idam edilen Iraklı Abdülaziz el Bedri’den gelir. Bedri, tartışmaların yükseldiği ve tezin Irak rejimince de desteklendiğini görünce bir reddiye olarak, Türkçe’ye de çevrilmiş bulunan İslam ve Sosyalizm kitabını yazar. Daha sonra Şeyh M. Mahmut Hamid onun yolundan yürüyerek Sıbai’ye cevap verir. Şeyh Hamid, Suriye İhvan’ının en güçlü isimlerinden ve aynı zamanda yakın arkadaşlarındandır. Sıbai’nin El-İştirakıyyetü’l-İslam kitabına Nazarat fi kitabî  İştirakıyyetül-islam adında bir kitapla cevap verir.

Sıbai’nin bu denli tartışma yaratan tezleri nelerdir? Öncelikle bunları ele alalım. Aslında Sıbai sosyalizm ile İslam arasında çok fazla teferruatlara girmeden üstünkörü bir benzerlik bulmaya çalışıyordu. Ona göre İslam sosyalizmi dört unsurdan oluşur: Bütün vatandaşlara doğal haklar, bu hakları teminat altına alan ve düzenleyen yasalar, karşılıklı sorumluluk yasaları ve son olarak da ilk üç hususun uygulanmasını garanti altına alacak müeyyideler.

Elbette ki İslam ile sosyalizmin bu te’lifi gayretinde en önemli meselelerden biri belki de bir mülkiyet meselesidir. Sıbai, İslam’da millileştirmeyi (te’mim) İslam sosyalizminin hayatî bir yönü haline getiren birçok hüküm ve kurum bulunduğu düşüncesindedir. Delil olarak da Ebu Davut ve Ahmet ibn-i Hanbel’in rivayet ettiği şu hadisi gösterir: “Üç şey halkın müşterek mülkiyetindedir: Su Otlar ve Ateş.” başka bir rivayette tuz da bulunmaktadır. Sıbai, bu maddelerin peygamber dönemindeki çöl hayatında temel ihtiyaçlar olduğunu ve bunların çoğaltılmasının mümkün olduğunu söyler. Dolayısıyla günümüz için su, su arzıyla ilgili bütün yapı ve vasıtaları; ateş, elektrik ve benzeri enerji kaynaklarını; ot ve tuz gibi şeyler de modern hayatın bütün vazgeçilmez ihtiyaçlarını içine alacak şekilde genişletilebilir. Sıbai, ayrıca Vakıf ve hima gibi kurumların da mülkiyetin millileştirilmesinden başka bir şey olmadığını savunur.

Sıbai’yi  eleştirenlerden bir diğeri de Kahire Üniversitesi hocalarından “edebi tefsir” ekolünün kurucusu Emin el-Hûlî (1895-1966)’dir. Hûlî, daha 1944-52 yılları arasında yani Sibai’nin eserlerinden ve Sosyalizmin resmi ideoloji haline gelmesinden önce Kur’an’daki Servet’le ilgili bütün ayetleri bir araya getirmiş ve onları -kendi ifadesiyle- “Kur’an’ın realizm ve idealizm boyutları arasındaki diyalektik gerilime göre” tefsir etmiştir. Sonuçta şu tezi ulaşmıştır: Kur’an sadece söyledikleriyle değil aynı zamanda işaret ve imada bulunduklarıyla da geçerlidir. Buradan da şu kanıya varılır: Kur’an “öyle bir zemin hazırlar ki, servet tamamen kamu malı olsa, herkes ona ortak olsa ve bireysellik tamamen ortadan kalksa, Kur’an bundan ne bir sakınca görür ne de buna engel olur.” Bu ifadelerine dayanarak Nasr Hamid Ebu Zeyd onun ilk İslam solcusu, gerçek bir sosyalist olduğunu söyler.

Yöntem ve yaklaşım farklılıklarına rağmen tezleri ile aynı doğrultuda olan Hûlî, Sibai’nin kitabı yayımlanınca ona ciddi eleştiriler getirmekten de geri durmaz. Hûli, Kur’anî yöntemin en önemli ilkesinin tikelleri ve ayrıntıları değil tümelleri ve ilkeleri ihtiva etmesi olduğunu söyler. Bu yöntemin dininin temelleri olan ibadetler konusunda bile bu ilkeye bağlı kaldığını, öyle ki en bilinen ve en çok uygulanan namaz konusunda dahi Kur’an’ın hiçbir ayrıntı vermediğini belirtir. Oruç, Hac ve zekat konularında da durum böyledir. Sonra Hûlî, bir nevi, fikirlerinin istemediği yönlere çekilerek kendisinin itham edilmesine engel olmak veya bu konuda oluşabilecek bir yanlışlık tashih etmek istercesine şu  ifadeleri kullanır:

“Planı bu olan Kur’an’ın, insanların servetine ilişkin konularda tikel ve ayrıntılı kabilinden hususlara temas etmemesi ve buna rağmen bizim bunu İslam olarak kabul etmemiz karşısında, Kur ’anıyla ve Kur’an’ın açıklaması olarak gönderilenleriyle birlikte, onun şu ekole, falan cemaate veya filan fırkaya bağlı olduğunu söyleyebilir misiniz? Hayır! Ne bunlarla, ne de benzer şeylerle Kur’an’ın bir ilgisi olabilir. Bugünün İslam sosyalizminden, dünün İslam kapitalizminden veya yarının İslam komünizmden bahsetmekle, İslam’ın herhangi bir zamanında akaidde şu mezhepten, ibadet veya muamelatta bu mezhepten ibaret olduğunu söylemek arasında bir fark yoktur. İslam, Kur’an’ıyla bütün bu mezhep ve ideolojilerden daha yüce maksatlara, daha uzak hedeflere, daha derin bakış açılarına ve daha manevi bir kalıcılığa sahiptir. Kur’an’ı ele alma konusundaki bu yöntemden ve Kur’an’ın yönteminde dikkat çeken bu yönelimden dolayı, Kur’an hakkında, asla toplumsal bir akıma aidiyetinden söz etmedim…

Fundamentalist versiyon

Sosyalizmi bu versiyonu için de Hamit İnayet, Seyyid Kutub’u zikreder. Ona göre kutup, ulemanın tersine aynı hadise dayanarak bireysel mülkiyet hakkını mutlak ve Mukaddes olarak görmüyor, dolayısı ile bu hakkı hayatın temel gerekliliklerinin toplumsallaştırılması konusunda bir engel olarak da kabul etmiyordu. Fakat Sıbai’nin İslâmî idealleri açıklamakta yabancı sembolleri kullanmasına rağmen Seyyid Kutub buna karşı çıkıyordu. İslam sosyalizmi, İslam demokrasisi gibi deyimleri onaylamıyor, bunların ilahi nizam ile insan yapımı sistemlerin karıştırılması sonucu ortaya çıktığını savunuyordu.

 Kutub’un yalnız sosyalizm için değil bütün ideolojilere karşı tavrı nettir. Hatta ilahi nizamdan kaynağını almayan bütün düşünceleri “beşeri sistemler” diye niteleyerek “İlahi nizam”ın karşısına alır ve bütün bunlara “cahiliye” sıfatını verir. Bu niteleme en bilinen anlamı ile peygamber devrindeki müşrik toplumu kasteder. İslam’da Sosyal Adalet’te, İslam Düşüncesi”nde, İslam ve Kapitalizm Çatışması’nda ve diğerlerinde bu tutumu açıkça ortaya koyar. Onun manifesto niteliğindeki Yoldaki İşaretler kitabından alıntılar yaparak bu tavrı daha açık gösterelim:

“ Hiç şüphesiz ki İslam cahiliye ile ortaklaşa çözümlere girişmeyi kabul etmez. Ne düşünce açısından ne de bu düşünceye dayanan idare tarzı bakımından… Ya İslam, ya cahiliye!.. ortada İslam’ın kabul edilip razı olduğu, yarısı İslam yarısı cahiliye olan bir başka sistem yoktur. İslam’ın görüşü açıktır. Hak bir tanedir, bu hakkın dışında kalan her şey delalettir. Bunların birbirine karıştırılması, birbiriyle kaynaştırılması mümkün değildir. Şu halde ya Allah’ın hükmü, ya da cahiliyenin hükmü… Ya Allah’ın şeriatı ya da nefislerin heva ve arzusu…

Kutub, bir başka yerde biri Allah’a diğeri insanların hevâ ve heveslerine dayanan bu iki ayrı sistemi aynı nizam içerisinde bir araya getirmeye çalışmayı, bir sentez gayretinde bulunmayı şirkle eşdeğer bulur. Sonra bu tür gayretlerin aslında bir zavallılık ve alçaklık psikolojisinin ürünü olduğunu söyler:

“İslam ile bir kısım mevcut düzenler arasında, İslam ile kimi mevcut doktrinler arasında ve yine İslam ile kimin modalaşmış düşünceler arasında benzerlik arayacak şekilde bir aşağılık duygusuna kapılmayalım. Biz bu düzenleri Doğuda da Batıda da temelden tümüyle reddediyoruz, çünkü İslam’ın insanlığı yüceltmek istediği seviyeye nispette bunların tüm geri ve düşük düzenlerdedir.”  

Hamid İnayet, Kutub’tan başka savunucusunu göstermediği bu fundamentalist versiyonun İslam sosyalizmine eleştirilerini şu şekilde özetler:

  • İslam ve Sosyalizm iki ayrı, kapsamlı ve bölünmez düşünce ve hayat sistemleridir. Dolayısıyla bunlar arasında hiçbir uzlaşmaya da sentez mümkün değildir.
  • İslam’da iman ancak Allah’ın irade ve egemenliğine tam bir bağlılıkla oluşur.
  • Fikirler alanında bugünkü tercih İslam ile cahiliye arasındadır. Yani İslam ile diğer bütün sistem ve düzenler arasındadır.
  • Komünizm ve kapitalizm gibi sosyalizm de cahili düşüncenin bir uzantısıdır. Ahlakın yok olması pahasına sosyal refah ve maddi zenginlik gibi kavramlara önem vermektedir.
  • Mısır sosyalizmi ulusçulukla çok yakın bir ilişki içindedir. Ulusçuluk ise İslam’ın özüne aykırı bulunan bir başka sistemdir.
  • İslam hukukunun gelişimindeki fasıla nedeniyle bazı İslami esaslar yeniden yoruma ihtiyaç gösteriliyorsa da bunu başarmanın yolu Batı siyaset felsefesinin herhangi bir türünü kaynak edinmek ya da materyalist fikirlere yönelmek değildir.

İslam sosyalizmi fikrine bu denli karşı çıkan Seyyid Kutub’un bütün bu eleştirilerini ve bu konudaki bütün zihin berraklığına rağmen tartışmanın bir yerinde adının anılması kimilerince çok haklı olarak eleştirilecektir. Elbette Kutub’a hiçbir zaman “İslam sosyalisti” veya “Müslüman solcu” gibi yakıştırmalar yapılamaz. Fakat onun İslam’daki “Sosyal Adalet” konusunda geleneksel ulemadan farklı düşündüğü ve düşüncelerinde eski dönemlerin etkisiyle yer yer sosyalizan çizgiler taşıdığı da inkar edilemez. Nitekim gerek Hamit İnayet’e ve gerekse ileride de değineceğimiz Hasan Hanefi, Seyyid Kutub’u sosyalizan eğilimli bir ıslahatçı ve “aydınlanmacı“ düşünür olarak görürler. Yine hiç şüphesiz, bu tartışmanın yalnızca dökümünü çıkarmak amacında olan bu makalenin haddinin biraz daha üstünde olarak,  sahih İslam düşüncesine en yakın tavrında Seyyid Kutub’a ait olduğunu ifade etmek gerekir. 

Arapların 1967 yenilgisi bütün Arap dünyasında çok ciddi tereddütlere, kendilerini yeniden gözden geçirmelerine ve var olan siyasi ideolojilerin sorgulanmasına yol açtı. Özellikle Mısır’da bu hezimet üzerine yoğun tartışmalar yaşanırken aynı sıralarda Sudan’da da bir adam statükoya ağır eleştiriler getiriyordu: Mahmut Muhammed Taha (1900-1985). İhvan Partisi’nin de lideri olan bu uslanmaz aydının sonu gelmeyen ağır eleştirileri en sonunda 70 yaşını aşkın olmasına rağmen onu ipe götürecek ve fikirlerinin bedelini hayatıyla ödetecekdir.

Tâhâ yöntem bakımından Selefiliğe mensup olsa da düşünce bakımından sol hanesinde değerlendirilmesi gereken bir düşünürdür. Nitekim şöyle diyordu: İslam’ın sunduğu adalet kanunu, üç temel ilkeye dayanır: Ekonomik eşitlik (sosyalizm), siyasi eşitlik (demokrasi), sosyal eşitlik ( renk, ırk ve dinden insan arasında).Muhammed Muhammed Taha, dünyanın iki kutba ayrıldığını, biri kapitalist diğeri komünist olan bu iki blok arasında İslam dünyasının yeni bir kutup yeni bir alternatif oluşturması gerektiğini söylüyordu. Ona göre “bu yeni grup, demokrasiyle sosyalizmi birleştiren bir organ içerisinde bir araya gelmelidir.” Aslında bu çözümü sunarken Zihni 7.yy.’a gidiyor ve 20.yy. ile 7.yy.  arasında bir benzerlik olduğunu düşünüyordu.  Çünkü ilk Müslümanlar da doğuda İran, batıda Bizans medeniyetleri arasında üçüncü bir grup oluşturmuş ve her iki kutupta da İslam’ı aşılamışlardı. Bugün de Müslümanlar, doğuda komünizm batıda ise kapitalizm İslam aşısını yapmak sorumluluğundadır diyordu.

Bu şehit aydından sonra İslam İslam sosyalizmi tartışmalarında bir diğer isimden; Hasan Hanefi’den söz etmek gerekir. Hanefi, İslam sosyalizmi tartışmalarına yeni bir kavramla girer: “İslamî sol” (el-yesâru’l İslami). 80’li yıllarda daha iyi düşünülmüş ve sistematize edilmiş bir ilerlemeci proje olarak “İslami sol” kavramlaştırılması ile Afgani ve Abduh’un ihya projelerini yeniden canlandırmak istiyordu. Hanefi’ye göre “İslami sol” projesi Doğu’dan ve Batı’dan Marksizm ve liberalizmden, Şia ve Hârîcîlikten uzak ümmetin içinde bulunduğu gerçekleri ifade eden, fikri, ictimai, medenî ve siyasi bir söylemdir. Kökü, Kitap ve sünnete uzanır ve sadece ümmetin maslahatını arar. İlk elden yapılacak eleştirilere de peşinen cevap vermiştir. Ona göre “İslamî sol”, İslam’ın Marksist bir elbise içinde sunulması değildir bu İslam’a hakarettir. Ortaya konan değerlerin hepsi bizzat İslam’dan ve kültürden alınmıştır. Bu proje ümmetin ihtiyaçlarını dile getirir.

Hanife doğrudan sosyalizm kelimesini kullanmaz. Ama onun “İslami sol” düşünces, İslam’ın heteredoks çizgisi üzerinde yürüyen ve kişisel yorumları ile birlikte İslam sosyalizmi tezine eklenmesi gereken bir düşüncedir. Sıbai, sosyalizm’in sönecek bir moda olmadığına inanıyordu. Hanefi’de muhtemelen aynı kanaatle bu maşukaya sevdalanmıştı. Sıbai, bu alımlı maşukanın bütün güzelliğinin makyaj olduğunu, boyalar dökülünce bütün cazibesini yitirdiğini görmedi. Fakat Hanefi buna şahit oldu. Nitekim Sovyetlerin yıkılması ile birlikte sosyalizmin eski cazibesini yitirdiğini görünce projesine “İslami sol” demekten vazgeçip “Aydınlanmacı sol” demeyi tercih etti.

Radikal Versiyon

Hamid İnayet, Nasır’cılığın 60’ların ortalarından sonra düştüğü bunalımın Mısır’da İslam sosyalizmi tezlerinin zayıflamasına yol açtığını, 1967’de de Arapların yenilgisi ile kitlelerin bu tezden soğuyarak daha etkin bir siyasi doktrin anlayışına girdiklerini söyler. İslam sosyalizminin bu radikal versiyonu,  Sıbai’nin ve Suriye ve Mısır’daki taklitçilerinin sunduğu modelden sadece resmî bir anlayış haline gelmemesi konusunda değil, ayrıca o zamanlar düşünülemez olan bir yenilik, Marksizmle uzlaşan bir yaklaşım dolayısıyla da farklıydı. Elbette bu durumun dünya siyasetinde yükselen trendlerle ve sosyo-politik süreçlerle çok fazla ilgisi vardır. Stalin’in ölümü sonrasında Sovyet Rusya’nın 3. Dünya ülkelerine ilgisi artıyor ve Amerika ile aralarındaki bloklaşma giderek bütün dünya ülkelerini kendilerine karşı konumlanma (yandaş yada karşıt) mecbur ediyordu.

İnayet bu İslam-Marksizm sentezi eğiliminin en güçlü temsilcisinin 60’ların başında İran’da kurulmuş olan Sazman-ı Mücahidin-i  Halk (Halkın Mücahitleri Ögütü) olduğunu söyler. Bu grubun emperyalizm ve despotizm eleştirilerinin yanısıra en önem verdiği konu, bütün sosyal kötülüklerin sebebi gördükleri özel mülkiyet ve sınıf mücadelesidir. Bu husus beraberinde bütün üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olmasını savunan bir çağrıyı getiriyordu. Kapitalist sistem ve emperyalizm dünyasının toplumun tarihsel gerçekleri ile artık uyum sağlayamayacağını, kendi yanlarında kendi düşmanlarını yani çalışan sınıfları beslemek durumunda kalacaklarını savunuyorlardı. Sonuçta ezilen sınıfların devrimi ile birlikte kapitalizmin iktidarı yıkılacak, iktidara ve üretim araçlarına çalışan sınıf mirasçı olacak. Ve dahası, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri durumuna geleceklerdi. İşin ilginç yanı bu tezlerine Kasas  Suresi’nin “Yeryüzünde zayıf düşürülenlere ihsan edelim, onları önderler mirasçılar kılalım istedik” şeklindeki beşinci ayetini delil getiriyorlardı. Bununla Marx’ın insanlık tarihinin son merhalesi olarak öngördüğü sınıfsız komünal toplumu kast ediyorlardı. Marksizm’in İslam’la uyuşmayan daha birçok görüşü dini referanslarla desteklenmeye veya yorumlanmaya çalışılıyordu. Bu tutum, sözkonusu gruba mahsus bir durum değildi. Aynı şey neredeyse iki asırdan beri Batı medeniyeti ile karşılaşan ve pozitif bilimler ile nasslar arasında çelişkiye düşen birçok ulema tarafından da yapılmaktaydı. Burada farklı olan şey İnayet’in de belirttiği gibi;… kutsal metinlerin eylemci bir siyasal ideolojinin isterlerine uygun bir biçimde bilimsel bir anlayışla yorumlanmasıdır.

Prf. Hamid İnayet’in yerinde tespiti ile “bu eğilim hakkındaki genel izlenim bu eğilimin, siyasete ağırlık vermek kaydıyla dinle siyaseti terkip ettiğidir. Diyalektik ya da tarihsel materyalizmden pek farklı olmayan ancak kuruluşlarında dini deyimler ve kutsal ifadelerin kullanıldığı prensipler üzerinde bina edilmiştir.”

Şimdi bu versiyon içinde değerlendireceğimiz ve bu bakış sahiplerinin çoğu için İslam radikalizminin en popüler teorisyeni olan Ali Şeriati’nin ve onun genelde İslam sosyalizmi ve özelde de bu fikrin radikal versiyonunun neresinde olduğunu irdeleyelim.

Bunları da sevebilirsiniz