Nida Dergisi, Ekim 2003, Sayı: 78.
Sinema eleştirmeni Burçak Evren’in yönetiminde yayımlanan aylık sinema dergisi Antrakt son sayısını “İnanç Sineması” isimli dosyasıyla İslami içerikli filmlere ve bu filmler etrafında oluşan eleştirilere yer verdi. Aralarında Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç, Ayşe Şasa, Abdurrahman Şen, Yücel Çakmaklı ve Mesut Uçakan’ın da bulunduğu bir çok kaleme yer verilen dergiyi okumanızı ve bu konuda ortaya atılan tartışmaları ciddiye almanızı düşünüyorum. Zira hem farklı çevrelerin bu sinemaya bakışını kısa ve öz bir şekilde öğrenmiş olacak hem de bu sinemanın içinden gelen isimlerin yaptıkları işe getirdikleri öz eleştirileri okuma fırsatı yakalayacaksınız. Biz de bu dosyanın konusu hakkında bu ayki yazımızda, konuya kısa bir şekilde değinmeye çalışacağız.
Yeşil, Beyaz, renklilik veya sessizlik…
Sosyal yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olan renklerin, derinlerde yatan birtakım heves ve anlamları, sözü dolandırmadan, cesurca ortaya koyabilen bir tarafının olması, belki de ideolojilerin en kullanışlı silahlarından birisi olan sinemayı da çekici kıldı. Amacı ve dili ne olursa olsun her dünya görüşü bir sanat eserinin üzerinden kendi varoluşununun propagandasını yapagelmiştir. İster buna bağnazlık deyin, ister sanatı kötüye kullanma, bu itiraz gerçeği değiştirmeyecektir. Üstelik, tarafsız olması imkansız olan insanın yüreğinin, aklının veya zekasının derinlerinde yatan bir mesajı sanatın inceliklerinden faydalanarak ortaya koymasından daha doğal ne olabilir ki? Tarafsızlık ile objektifliği birbirinden kalın çizgilerle ayırdığımızda bu sürecin doğallığını daha net bir şekilde görebileceğimiz gibi aynı doğallıka en basit bir dünyevi arzusunu bile envai türlü maharetlerle sunan bir elin kendisini yücelttiğine inandığı kutsal değerleri temalandırmasını da anlamak daha kolay olacaktır. Keza batı sinemasında bunun yüzlerce örneğini görmek mümkündür. Hatta işi konu edinmekten çıkarıp üstüne basa basa propagandasını yapanlara da rastlamak mümkündür.. Eğer eleştiriler sinema-din ilişkisi noktasında yoğunlaşacaksa, bu eleştirilerin konusu söz konusu sanat eseri veya o sanat eserinin söz konusu ettiği din değil, bu dinin sinema dili ile olan ilişkisinin, sanatın genel amaç ve nitelikleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı noktasında olmalıdır. Öyle ya, nüfusunun çok büyük bir bölümünü Müslümanların oluşturduğu bir ülkede, İslam dininin konu edildiği filmlere gösterilen bu antipati hangi zihnin ürünü olabilir ki? Madem bu ülke Müslüman bir ülkedir, madem bu Müslüman ülkenin Müslüman olan yönetmenleri toplumsal sorunlara getirdikleri çözümleri din eksenli düşünüyor ve yorumluyorlarsa , bu çözüm ve önerilerin, o yönetmenin çalışmasına yansıması da pek tabi yadırganmamalıdır. Asıl yadırganması gereken şey evrensel kıstaslarla yorumlanan ve beslenen sinemaya birtakım toplumların ve zümrelerin özel yaşamlarının konu edilerek, geride kalan diğer tüm sosyal realitelerin inkarıdır. İslami hassasiyetlerin ön planda tutulduğu yapımlara dışarıdan gelen tarifler işte bu menfi bakış açılarının birer ürünüdür.
Dini düşüncelerini sosyal hayatında uygulamayı kendisine prensip edinen bir kişiye “dinci” yakıştırmasını getirebilen bir bakış açısı, aynı kişinin bu hassasiyetlerini beyazperdeye yansıtmasına da “Dinci Sinema” tanımını uygun bulacaktır. Bununla birlikte “İslamcı Sinema”, “Şeriatçı Filmler”, “Şeriatçı Yönetmenler” ve hatta “Hizbullah’ın Yeşilçam’ı” gibi yüksek dozlu kasıt ve karalama örnekleri bu zihniyetin en olgun meyvelerinden bazılarıdır. Her türlü nefsi arzuların ve çıkarların uluorta yansıtıldığı sinemada, içinde yaşadıkları toplumun sahip olduğu dini düşünceleri görmek istememeleri, tipik demagojik tepkilere dönüşür. Dilerseniz bu isim polemiğine elle tutulur olanlarından bir kaçından söz ederek, kısaca değinelim.
Bu akımın önde gelenlerinden Yücel Çakmaklı, manevi ve hatta zaman zaman tasavvufi bir perspektifle yaklaştığı sineması için “Milli Sinema” tabirini kullanıyordu. Ona göre bu sinema daha çok toplumun Milli hassasiyetlerine vurgu yapıyordu. Bu kavram MTTB (Milli Türk Talebe Birliği)’nin etkisi ile uzun süre gündem-de kaldı ve bu şekilde kabul gördü. Birliğin üyesi olan yönetmenler ve sinema çevreleri aracılığıyla çeşitli vesilelerle tartışıldı, hakkında yazılar yazıldı ve açık oturumlar yapıldı. Ancak zaman geçtikçe bu kavrama alternatif kavramlarda bir bir ortaya çıkmaya başladı. MTTB’nin başkanlığını da yapan bu tarzın ilk yönetmenlerinden Salih Diriklik “İslami Duyarlıklı Filmler” ismini daha tutarlı buluyordu. Bu tarif ilkine göre daha genel bir çerçeve çizme imkanı sağlıyordu. Diğer bir tarif ise dönemin Zaman Gazetesi köşe yazarı Abdurrahman Şen’e ait. Şen bu tür filmlere “Beyaz Sinema” ismini uygun buluyordu. Beyaz sinema’yı “Insanın yaradılış gayesinin, estetik bezeyişle, sanatkârane anlatımla perdeye yansımasının adıdır” diye tarif eden eleştirmen, “İslâm kelimesinden utanıldığı için kullanılmadığı gibi, “sağ kesimin sineması da asla değildir” ilavesini de hatırlatmayı ihmal etmiyor. Bir söyleşimiz esnasında “ben sinemanın Beyaz, Yeşil, Kırmızı vb. tabirlerle sınırlandırılmasını da asla kabullenmiyorum” diyen Mesut Uçakan ise, ilk dönemlerde tasvip ettiği Milli sinema tabirini de bir tarafa bırakıyordu. Ona göre bu işe isim vermek yönetmenlerin değil, eleştirmenlerin ve sinema tarihçilerinin işiydi.
Bu camia dışındaki çevreler ise bu tarz sinemaya karşı, oldum olası üç maymunu oynadı. Dolayısıyla ne ismi ile, ne de cismi ile ilgilenmeyi pek makbul görmedi. Ancak yazıya giriş konusu yaptığımız Antrakt Dergisi editörü Burçak Evren konuyu ele alırken bu tarza “İnanç Sineması” tarifini getiriyor. “Biz ise buna inanç Sineması diyoruz.” diyen Evren sözlerini şöyle devam ettiriyor:” Yani bu tür filmlerin anlam kulvarını biraz genişletiyoruz. Türkiye’de bu türde yapılan filmleri gerçekten de en fazla kucaklayan sözcük bu. İnanmak. Üstelik tek bir dinle de bağlantılı olmadığı gibi dinin dışındaki diğer alanları da odaklıyor.”
Burçak Evren’in bu tanımı ne amaçla kullandığını bilemiyorum ancak kavramın diğerlerine göre daha kapsayıcı olduğu kesin. İslami filmler ile sınırlanan çerçeve pek tabi ki “inanç” gibi sınırsız bir kavramla çok daha geniş bir çerçeveye oturtulabilir. Yine eleştirmenin de dediği gibi bu kavram diğer dinler konusunda da yapılabilecek çalışmaları da içine alan bir ortak nokta olma unsurunu da taşıyor. İsme gerek var mı sorusundan yola çıkılarak, hangi isim meseleyi nihai bir ortak noktaya götürür sorusuna kadar olan tartışmanın bu kısmı kolay kolay bitmeyeceğe benziyor.
Gişe ve Müslümanlar…
Peki, tüm bu tartışmalar nasıl yansıdı seyirciye? Kimdi bu filmlerin seyircisi? Şurası bir gerçek ki; bu sinemanın kendisi gibi seyircisinin de bir tarife/tasnife ihtiyacı var. İlk dönem ürünleri olan tasavvuf ve menkıbe çalışmalarının biraz daha geniş bir toplum kitlesine seslenmesinin yanında, yavaş yavaş sivrileşen siyasi mesaj ağırlıklı ideolojik dini filmler, peyderpey yalnızlaşan, marjinalleşen kırılgan bir seyirci kitlesi oluşturdu. Her durgunluk döneminde kırıldı kırılacak çizgisi izleyiciliğe devam eden bu ürkek kesim, pamuk ipliğine bağlı, kültürel ve siyasi ufuktan bir nebze uzak salt bir ideolojik söylem ile yorumladı izlediklerini. Diğer sinema örneklerinin seyircilerinden farklı olarak, an be an değişikliği anında yansıtabilen son derece dinamik bir özelliği de bünyesinde barındıran bu seyirci kitlesinin, mezkûr İslami duyarlıklı çalışmalar ile alakalı bağını etkileyen belli başlı bazı faktörler var kuşkusuz. Kırılma noktalarının asıl mayasını oluşturan bu etkenleri anlamaya çalışmak, en az bu sinemanın serüveni kadar seyircisinin de tipik bir haritasını çizmek olacaktır.
Birinci neden olarak bu seyirci kitlesinin sahip olduğu dini anlama ve yorumlama kıstaslarının, sinema gibi batı patentli bir sanat metodunun dini bütün bir camiaya neler getireceği ve daha ziyade neleri götüreceği sorularını ele almakta fayda görüyorum. İdeolojilerinin temelinde İslami coğrafyaya yönelik yıkıcı emeller taşıyan Batı’nın kendi icat ettiği bir silahı, İslâm toplumlarını zedelemek amacıyla kullanabileceği alternatifi bu seyirci kitlesinin zihninden hiç silinmedi. İslâm inancı ile alakalı olarak problem saydıkları belli başlı bazı noktalar, bu silahın tehlikesini iyiden iyiye arttırıyordu. Bunların başında ise mahremiyet duygusu, kadın, müstehcenlik, hicap vb. konular geliyordu (ki bu noktalar diğer Müslüman ülke sinemaları için de aynı tartışmalara neden oluyor). Aralarında hiçbir meşru ilişki bulunmayan kadın ve erkeklerin bir arada gerçekleştirdikleri bir oyundu sinema. Mahremiyet duygusunun an be an silinmesine yol açabilecek bu oyunun kuralları arasında, karı-koca olmak, baba-kız olmak, anne-oğul olmak; aralarında meşru bağ bulunmayan insanların, sanki böyle bir bağ varmışçasına samimi ve yakın durmaları, bu olgunun toplumu ileride nasıl bir ilişkiler yumağı girdabına sokacağı korkusunu da beraberinde getirecekti. Bugün birbirine yabancı bir kadın ve erkeğin girdiği yatak sahnesi, hidayete erecek bayanın hidayet öncesi halleri, içkili masalar, aldatmalar birbirinden menfi kareleri, az sonra verilecek hidayet sahneleri uğruna bu seyircinin kursağına taşıyordu. Açık bir kadına bakılması bile caiz olmayan bir din mensubunun, başıyla birlikte birçok yerinin temaşa edildiği bir hidayet vesilesini tereddütsüz kabullenmesi kolay olmasa gerek. Velhasıl-ı kelam, söz konusu seyircinin din-sinema gelgitleri zaman geçtikçe etkisini yitirse de, henüz tamamen silinebilmiş değil. Son dönem İslami filmlerin olgun yaşlardaki seyirciden ziyade, genç kuşağa daha cazip gelmesinin altında yatan espri bu mu dersiniz?
İkinci neden olarak görebileceğimiz diğer bir nokta ise, bu seyirci kitlesinin hidayete erme vesilesi olarak sinemayı meşru bir araç olarak görüp görmemesi idi. Vaazlarla, sohbetlerle, kitaplarla insanlara aktarılan bir dünya görüşünün, bunlardan farklı olarak sinema diliyle anlatılmaya çalışılması, bu için bir yenilik, bir değişikliktir. Önceki kuşaklardan aktarılan tiyatro, heykel, resim, müzik antipatisinden nasiplenen sinema, iki kuşak arasında zaman zaman iletişim kopukluklarına bile neden olabilecektir. “Sinemaya gitme” tabiri, genelde çıktığı kızı yanına alarak, çerez ve kola eşliğinde Türkan Şoray-Ediz Hun/ Hülya Koçyiğit-Kartal Tibet filmleri veya yabancı aşk filmleri izlemek ile eşdeğer sayıldığından, aynı aracın uhrevi kaygılar taşıyan yönetmenlerin yorucu çalışmalarının bir neticesi olan dini filmleri insanlara sunma gibi bir gayesi olabileceğine şüpheyle bakıldı. Şu da bir gerçektir ki, bu araç ne tebliğ için, ne de ilim-irfan mesajları için uygun bir zemin olma rüştünü henüz ispatlayabilmiş değil.
Üçüncü nedenin izleri ise daha derinlerde yatan bir yaranın küçük tezahürlerinden ibarettir. Hemen hemen her alanda bir türlü bir araya gelme erdemini gösteremeyen Müslüman çevrelerin, böylesi yeni sayılabilecek, farklı bir fikir alanında bir araya gelmelerini veya bir araya gelenlerin bu birlikteliklerini uzun süre devam ettirmelerini beklemek biraz saflık olurdu herhalde. Ciddi bir maddi seviyeye ulaşan ve bu varlıkları ile her geçen gün daha bir semiren, olgunlaşan şirketlerin “hayr yapma arzusu” ile bir şeyler yapmaya çalışan yönetmenleri “mesafeli” ifadeler ile başlayıp, “biz sizi haberdar ederiz” ifadeleri ile son bulan nazik paketleme işlemleri ile yolcu etmeleri bunun en bariz örneklerinden birisi değil midir? “Adımız çıkar”, satışlarımızı etkiler”, “fişleniriz korkuları”, dünya malının bir imtihan vesilesi olduğunu hatırlatmaktan başka ne anlama gelebilir? Ya yönetmenler? Sayıları hiç de azımsanmayacak kadar çok olan bu yönetmenlerin kurduğu kaç tane sinema derneği var? Bu yönetmenlerin tüm farklılıklarını bir kenara bırakarak, birlikte hazırladıkları kaç tane ortak yapım hatırlıyorsunuz? Aynı tavır söz konusu seyirci arasında da mevcuttur. “Bizimkiler bu işi bilmiyor” çok bilmişliğinin getirdiği diğergamlık, aynı fikir penceresinin önünde buluşması gereken insanların aralarında oluşan soğuk hava akımlarından başka birşey değildir. Aynı kişilerin çeşitli heveslerini tatmin için dünya kadar para ödedikleri diğer yapımlara gösterdikleri ilgi ve alakayı, kendileri gibi düşünen ve sadece kendilerinin dert edindiği şeyleri dert edinen insanlardan esirgemeleri sağırlar diyaloğunun tipik bir göstergesidir. “Benim oğlum Bina okur/Döner döner yine okur” misali, her laf açıldığında İslami camiayı yeterli gayret sergilemeyip, iyi ürünler vermemekle suçlayanlara, onların mevcut yapımlara gösterdikleri ilgiyi hatırlatmakta fayda görüyorum. Evlerindeki İslami filmlerin ve dinledikleri aynı türdeki kasetlerin kaç tanesinin orjinal olduğunu merak ediyorum. İçine girdikleri aşağılık kompleksi ile kendi camialarından olan yönetmenlerden bahsederken “bizimkiler olsa, bir seccade, bir başörtüsü bu iş tamam” alaycılığı kullananlar, bugünkü kısır döngünün bir parçası olduklarını unutmamalıdırlar.
Dördüncü neden olarak, diyebiliriz ki, bu camia tüm bunların yanında sinemanın gerek küresel ve gerekse kendi ülkeleri çapında sahip olduğu özelliklerinin yeterince bilincinde değildir. Ne kadar etkileyici olursa olsun, bir mesajın örneğin bir kitap sayfası aracılığıyla okuyucuyla buluşması ile dünyanın en ileri teknolojilerinin aracılığıyla insanı tüm benliği ile etkisi altına alabilecek bir görsellik ile yansıtılması arasında çok ciddi bir etki farkı vardır. Bu büyülü perde, eline geçtiği gücün her istediğini dilediği gibi yorumlama ve bunu karşısındakini en kolay ve en rahat şekilde aktarabilme olanağına sahiptir. Peki, bu vurgular, sinemanın ideolojilerin elinde bir maşa olarak anlaşılması gerektiği anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Ancak, mevcut tarihi süreçte hangi amaçlarla, hangi sanat dallarının kullanıldığını görmek için, çeşitli dönemlerde gösterilen bazı yabancı ve yerli çalışmaları mercek altına almak yeterlidir. Bu maddeyi derinleştirmek bu yazının amacını aşmak olduğundan, sinemanın sahip olduğu ciddi imkanlardan Müslüman kesimin pek de haberdar olmadığı vurgusunu yaptıktan sonra, bu son maddeyi de Antrakt dergisinden alıntılayacağımz , İslami filmlerin seyircisi sayıları ile noktalayalım:
Film Seyirci Sayısı
Minyeli Abdullah: 525.441
Minyeli Abdullah 2: 183.464
Bize Nasıl Kıydınız: 205.861
Yalnız Değilsiniz: 189.240
İskilipli Atıf Hoca: 143.281
Kurdoğlu: 79.952
Sonsuza Yürümek: 63.764
Çizme: 41.187
Ölümsüz Karanfiller: 24.601
Beşinci Boyut: 20.006
Gülün Bittiği Yer: 8.846
Yaşama Hakkı: 8.420