Edebiyat eleştirisinde panoptikonizm, Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu eserinden sonra çok güçlü bir metafor olarak görünmeye başladı. Modern romanlarda panoptikon çeşitli biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. Özellikle ulus devletlerin biçimlenişinde gözetim toplumu mefhumu belirleyici olmuştur. Dünya edebiyatında pek çok eserde bu gözetim ya anlatıcıların disiplini ya da toplumsal yapının gözetim altında oluşu şeklinde konu edilir. Her iki durumda da iktidar kendi yapısını ortaya koyar.
Jeremy Bentham’ın ortaya attığı kavram bir hapishane inşası ya da toplum mimarisi iken, Foucault’da bu modern devletin ıslah ediciliğinde belirgin bir unsur olarak karşımıza çıkar. Modern devletleri, hükümran devletlerden ayıran en önemli unsur toplumun ıslah etme biçimleridir.
Sömürgecilik bağlamında Apartheid rejimine baktığımızda şiddet, güç kullanmanın yanı sıra hapishaneler ve cezalar ıslah edicilikte vazgeçilmez aygıtlardır.
Güney Afrika’da 1948 ile 1990 yılları arasında hüküm süren Apartheid rejimi ayrıştırıcı uygulamalarıyla siyahların hareketlerini kısıtlamış ve denetim altında tutmuştur. Siyahların bir yerden başka yere geçmesine izin vermeyerek, hareket etme özgürlüğünü kısıtlamış, ülke içinde siyahlara özgü yerleşim yerleri kurarak polis denetiminde büyük bir hapishane inşa etmiştir.
Nedense bugüne kadar roman analizlerinde değinilmeyen, üzerinde durulmayan en önemli hususlardan bir tanesi de Güney Afrika’da uzun yıllar devam eden “pass laws” (geçiş yasaları) ve baskıcı uygulamalardır.
Güney Afrika tarihçisi Michael Savage yirminci yüzyılda Güney Afrika’da uygulanan geçiş yasalarının tahribatını gösterdiği yazısında[1], 1916-1984 döneminde on sekiz milyondan fazla Afrikalının geçiş yasaları ve göç kontrol düzenlemeleri kapsamında tutuklandığını ya da kovuşturulduğunu yazar. Rakamın boyutunun “geçiş yasalarının Afrika nüfusunun hareket özgürlüğünü kontrol etmek” ve “hem kentsel hem de kırsal alanlarda iş gücü piyasalarına erişimlerini sınırlandırmak” olduğunu söyler. Savage, geçiş yasalarının yüzyılın ilk yarısında beyazlara iş gücü sağlamak amacıyla yürürlükte olduğuna dikkat çeker. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra ise durumun çok değiştiği görülür.
“1950’den itibaren geçiş yasalarının vurgusu açıkça dışlayıcı hâle gelmiştir” ve Afrikalıları “beyaz” alanlardan başka yerleşim bölgelerine “yeniden yerleştirmeye” yöneldiğini söyler Savage.
Christopher Heywood ise geçiş yasalarının siyah işçiler için köleliğin sembolü olduğunu hatırlatır. Bu yasalara melezlerin ve Hintlilerin tabi olmadığını, sistemin “maden işçilerinin ailelerini iş yerlerine getirmelerini engellemek ve istifa etmeleri veya işten çıkarılmaları hâlinde onları maden arazisinden çıkarabilmeyi sağlamak için uygulandığını” belirtir Heywood.
Romanda Robert’ın gece hareket etmesinin kısıtlanması, geçiş kartı olmadan bir yerden bir yere gidememesi, sömürgeci sistemin güvenlik politikasının dışlayıcılığını da açıkça gösterir.
Güney Afrika’da postkolonyal edebiyata J. M. Coetzee başta olmak üzere Nadine Gordimer, Andre Brink, Breyten Breytenbach ve Dorris Lessing gibi beyaz yazarların katkısı da azımsanamaz.
Özellikle de Güney Afrika’da Apartheid rejiminin 1990’lara kadar sürmesi, beyazların ve siyahların ürettiği edebiyatın çok aktivist, mücadeleci yapısını ortaya koymuştur.
Coetzee, Güney Afrika’da Apartheid döneminde yaşamış, ırkçı rejime karşı mücadele vermiş bir romancı ve akademisyendir.
Coetzee başından beri siyasi mağduriyeti konu edinmiş ve Apartheid rejimini açıkça eleştirmiştir. 1989 yılında yayımladığı White Writing: On the Culture of Letters in South Africa [Beyaz Yazın: Güney Afrika Edebiyat Kültürü Üzerine] adlı eleştirel çalışmasında “Beyaz edebiyatın”, beyazların yerli toprakları işgal etmenin meşruiyetini göstermek için kendi (beyaz) mitolojisini ürettiğini söyler. Coetzee, Güney Afrika yerlilerini “tembel” ve “primitif” gösterirken ya da doğayı pürüzsüz bir biçimde sunarken, beyazların çiftliklerini de örnek model olarak sunan beyaz yazınını sert biçimde eleştirir. Coetzee’nin “çiftlik romanları” olarak kategorize ettiği bu tarzın en bariz örneklerini Olive Schreiner ve Pauline Smith vermiştir.
Coetzee’nin temel amacı, Avrupa’nın bir doğa parçası ve mülkiyet olarak icat ettiği Güney Afrika fikrini sorunsallaştırarak gerçeğin karmaşıklığını göstermektir. Bu bağlamda Coetzee’nin Barbarları Beklerken[2] romanı tam anlamıyla Güney Afrika Apartheid rejiminin alegorisi olarak okunabilir. Zira romanda geçen kurgusal imparatorluğun işleyişiyle Apartheid rejiminin uygulamaları neredeyse özdeştir. 2019 yılında filme uyarlanan roman, şiddet rejimlerinin evham ve korku üreten insandışı mekanizmalarına dönük eleştiri olarak okunabilir. Bu romanda göstermeye çalıştığım farklı devlet zihniyetlerinde, sömürge ve modern devlet sistemlerini göz önüne aldığımızda, panoptikon yaklaşımının sağladığı farklı imkânlar ve bu yaklaşımın özellikle Güney Afrika edebiyatında daha çok belirginleştiğini söylemek isterim.
Hikâye, imparatorluğun sınırında bir kasabada geçer. Yaşlı bir yargıcın bakış açısından anlatılır. Sınırdaki kalenin yanı başında kendi hâlinde yaşayan yerli insanlarla ilgili söylentiler dolaşmaktadır. “Barbarlar” olarak nitelenen bu halkın bir savaş hazırlığında olduğu haberleri kasabada yayılırken yargıç olanlara şüpheyle yaklaşır:
“Bana kalırsa huzursuzluk filan yoktu. Gözlemlerime göre her kuşakta bir kez olsun bu barbar isterisi depreşiyordu. Sınır boyunda yaşayıp da, kara bir barbar elin yorgan altından bacağına yapışacağı kaygısını duymayan kadın; barbarların evini basıp zil zurna sarhoş, varı yoğu kırıp dökerek, perdeleri yakarak, kızlarının ırzına geçeceği korkusuyla aklı başından gitmeyen adam yoktu. Bu türden sanılar çok rahat bir ortamın ürünüydü bence. Bir barbar ordusu göstersinler, inanırım o zaman.”
Söylentilere karşılık vermek ve durumu düzeltmek için gönderilen Üçüncü Şubeden Albay Joll kasabaya görevli olarak geldiğinde, “barbarların” her an saldıracaklarından emindir, dolayısıyla görevi “barbarları” hapse tıkmak ve hakikati ortaya çıkarmaktır. Albay hakikati ortaya çıkarmak için “baskı kurmanın” gerekliliğinden söz eder:
“Hayır, yanlış anladınız beni. Çok özel bir durumdan söz ediyorum şu anda. Gerçeği bulmaya uğraştığım, gerçeği ortaya çıkarmak için baskı uygulamak zorunda kaldığım çok özel bir durum söz konusu, önce hep yalan söylenir, anlarsınız ya -olan şu- önce yalan, bunun üzerine baskı, biraz daha yalan, daha fazla baskı, sonra çözülme, ardından daha çok baskı, derken gerçek. İşte gerçeği bulmanın yolu.”
İmparatorluk kaygı üzerinden denetim mekanizmasına yönelir. Aşağıda alıntıladığım pasaj, devletin, olası kaygıyı, endişeyi bertaraf ederken, panoptikon gözlüğünü taktığının ve iktidarın bu yolla sağlamlaştırdığının kanıtıdır:
“Başkentte, kuzeydeki ve batıdaki aşiretlerin sonunda birleşeceği yolunda kaygılar vardı. Genelkurmaydan subaylar sınır boyunda denetleme gezileri yapıyorlar, kimi birlikler güçlendiriliyor, isteyen tüccarlara koruyucular veriliyor ve Milli Güvenlik Örgütü’nün Üçüncü Şube görevlileri, devletin koruyucuları, fesat ve fitneden kaynaklanan karanlık eylemlerin adamları, gerçek düşkünleri, sorgu uzmanları ilk kez sınır boyuna gönderiliyordu. Şurasına burasına azıcık dokunup dürtükleyerek, dünyanın eski düzenini sürdüreceğini bildiğim için gönül rahatlığıyla uyuyabildiğim durağan yılların çok geçmeden sona ereceği görülüyordu.”
Yukarıdaki metinde belirtilen denetim mekanizması, Foucaultcu bağlamda modern devletlerin pek başvuracağı bir yöntem değildir; daha modern öncesi devlet sistemlerinin mekanizmalarını açığa çıkan tam anlamıyla Benthamcı bir yapıdaki devlet mantığının işlediğini görürüz. Çünkü modern devletlerde ıslah sistemi aynı zamanda iktidarın başarısıdır.
Şu alıntı da “barbar” avına çıkan albayın şedit yüzünü gösterir:
“Halatın öbür ucunda boyunlarından birbirine bağlı, anadan doğma çıplak adamlar var. Barbarlar bunlar. Ne garip, sanki tümü de diş ağrısı çekiyormuş gibi elleriyle yüzlerini örtmüşler.”
Tüm bu zulümlere şahit olan yargıç, her ne kadar olanları engellemeye çalışsa da başaramaz; askerler önlerine kim çıkarsa kodese tıkmaya heveslidirler. Gözlerini işkencede kaybeden bir kadına yardım eder yargıç, kadın yerlilere geri gitmeyi reddettiği için yanında kalır.
Daha sonra, yargıç düşmana yardım ettiği gerekçesiyle yakalanır, kodese atılır. Başkentten gelen orduyla albay gün geçtikçe daha fazla “barbar” yakalar, halk adeta toplu hâlde bu şiddet pratiğine ortak olur.
Coetzee’nin bize gösterdiği hükümran devletin insanları evcilleştirmek için uyguladığı şiddetin caydırıcı olup olmadığıdır. Roman aslında Güney Afrikalı entelektüel Steve Biko’nun işkence altında öldürülmesini ve dönemin işkence mekanizmasını yansıtır.
Romanda albay bilinmeyeni denetim altına alırken yargıç da aslında tarihin kalıntılarında izler sürer. İmparatorluğun denetim kulelerine işaret eden yargıç metaforik olarak panoptikon gözün sınırlayıcı, hapsedici arzusunu göz önüne serer.
“Öyle sanıyorum ki geçmişte suçlular, tutsaklar, askerler öküz arabalarıyla on iki mil ötedeki ırmağa giderek oradaki kavakları kestiler, biçtiler, rendelediler ve keresteleri arabalara yükleyerek bu çorak yere getirip evler kurdular, hatta bir de kale yaptılar. Beyler, valiler, yargıçlar, reisler sabah akşam barbarları gözlemek için damlara, kulelere tırmanarak bir ufuktan diğerine dünyayı tarayabilsinler diye insancıklar yaşamlarından oldular. Belki de kazarak sadece en üst tabakayı kaldırdım. Yerden on ayak aşağıda barbarların yerle bir ettiği, yüksek duvarlar ardında güvenlik içinde bulunduklarını sanan insanların kemikleriyle dolu, bir başka kalenin kalıntıları da olabilir. Adalet Sarayı’nda (böyle anılması uygunsa eğer) görev yaparken, belki de bir barbarla yüz yüze gelerek yetke arenasında yenik düşen benim gibi bir yargıcın, İmparatorluğun kır saçlı bir başka bendesinin başına basıyorum.”
Barbarları Beklerken aynı zamanda genel anlamda bir imparatorluk eleştirisi olarak da okunabilir. İmparatorluklar egemen iktidarlardır ve sömürge yönetimleriyle birlikte şiddet rejimi olarak da rahatlıkla anılabilirler. Yargıcın imparatorluk yorumu üzerinde düşünmeye değer:
“İmparatorluk tarih içinde yaşamaya ve tarihe karşı koymaya yazgılı. Sulanmış beynini zorlayan bir tek sorun var sadece: Yıkım nasıl önlenir? Ölüme umar var mı? Bu saltanatı uzatmanın yolları… Gündüzleri acımasızca, bin türlü hile ile düşmanlarının peşine düşüyor, hafiyeler kol geziyor her yerde. Yağmalanan kentler, ırzına geçilen insanlar, kemiklerden oluşan piramitler, ıssız topraklar gecelerin sömürü malzemesini oluşturuyor. Çılgın ve kötücül bir dizi görüntü zihnime çörekleniyor: Ben bataklıkta nasıl pervasızca ilerliyorsam, vefakâr Albay Joll da uçsuz bucaksız çölde yalın kılıç, İmparatorluğun düşmanı barbarların üzerine korkusuzca yürüyerek kellelerini uçuruyor.”
Barbarları Beklerken romanında “barbarlar” olarak anılan yerlilere karşı yürütülen sistematik mücadele başarısız olur. Çünkü tarihin seyri değişmiştir, şiddet rejimlerinin panoptikon yöntemleri ıslah etmeden çok yok etme yani tehdit üzerine kuruludur.
Belki de Ato Quayson’un dediği gibi, imparatorluklar gece gündüz bir dizi felaketi manipüle ederek tarihi kontrol eder. Yine şunu unutmayalım; imparatorluk rejimleri, kimin yaşayacağına ve kimin öleceğine de mutlak manada karar veren mekanizmalardır.
M. Coetzee, bu romanıyla sadece beyaz iktidarın kurduğu şiddet gramerini çözümlemez; aynı zamanda Apartheid rejiminin ötekiyi nasıl ehlileştirdiğini, hatta “yok edilmesi gereken unsurlar” olarak algıladığını da gösterir.
[1] Savage, Michael. “The imposition of pass laws on the African population in South Africa 1916-1984.”1 African Affairs 85.339 (1986): 181-205.
[2] J. M. Coetzee, Barbarları Beklerken, çev. Dost Körpe, Can Yayınları, 2004.