Kasım Küçükalp ile “İktidar ve Erdem” Üzerine

“İktidar”ı konuşmak istiyoruz. İnsan, bilgi, doğa ve politik bir argüman olarak iktidar… Varmak istediğimiz nokta: Müslüman birey üzerinde kurulan doğru ve yanlış iktidar ilişkisini anlamak olacak. Şuradan başlayalım: İktidar kavramı modern öncesi dünyada hangi kavramlarla düşünülüyordu?

Modern öncesi dünyada iktidar neyi ifade ediyordu? Bu, bizi, bir anlamda politik iktidar mevzusu çerçevesinde klasik siyaset telakkisinin mahiyeti üzerine düşünmeye sevk edecektir, bu bağlamda modern dönemdeki dönüşüm ne şekilde cereyan etmiştir? Bunu anlamamız önemli. Bunu anlayabilmek için iki tipik örnek; birincisi Platon’un Türkçeye yanlış bir biçimde ‘devlet’ diye çevrilen ‘Erdemli Şehir’ telakkisinin yansıttığı kitabı, diğeri ise Farabi’nin El-‘Medinetü’l Fazıla’ kitabı. Burada politik olanı belirleyen mesele nedir diye düşünecek olursak; Şehir hem Platon’da hem Farabi’de erdemli insanların yetişmesini mümkün kılan, insanların bütünlük içerisinde erdemli bir varlık haline geldiği bir muhteva ile karşımıza çıkar. Dolayısıyla siyasetin yapılış amacını düşünecek olursak insanları erdemli bir varlığa dönüştürmektir. Bu bağlamda insanların erdemli kılınabilmesi ile müteal (aşkın) bir varlık fikri arasında bir irtibatın varolduğu ifade edilmelidir. Yani klasik dünyada insan bir başına, bu dünya içre kararlarını aşkın referanslardan bağımsız bir biçimde kendisi vermek durumunda olan bir varlık değildir. İnsan özü itibariyle Varlığın bütünlüğü içerisinde kendisini ifşa eden hakikate aittir. Hakikate ait olması hasebiyle de insanın bir gayesi, bir amacı vardır. Her varlığın kozmik evrende bir amaca bağlı olarak bir yer işgal etmesi gibi insanın da bir gayesi, burada bulunuşunun bir istikameti olmak durumundadır. Dolayısıyla siyasal olanı belirleyen mefkûre, büyük ölçüde, iyi kavramının işittirdiği varlık ufku muvacehesini belirleyen adalet fikriyle tebarüz etmektedir. Buna göre klasik ahlak ve siyaset felsefesinin temel erdemi “adalettir”. Tabi ideal düzlemde düşünüldüğünde Platon, bu anlamıyla idealist düşüncenin de başını çeken bir figür olarak telakki edilebilir. Ama bu idealizm teknik anlamda fikirden ibaret bir hakikatten bahsedildiği anlamına gelmez, bunu özellikle vurgulamakta fayda var. Klasik ahlak telakkisinde insanın hakikatle irtibatı, insanın olumlu anlamda dönüşümünü mümkün kılan bir mahiyete sahip olup, buna göre insan kendi varlığını, sonluluğunu, sınırlılığını veya sonlu-sınırlı parametrelere tabi olan varlığını paranteze almadan, yani kendini ruhsal anlamda eğitmeden, aşkın olanla hakiki bir irtibat kurma imkânına sahip olamayacaktır. Böyle bir varlık ve hakikat telakkisi ruhun, nefsin, varlığın olumlu anlamda dönüşümünü aynı zamanda bilmenin imkânı kılan karakteriyle erdemin imkânı da, bilmekle olmanın, olmakla bilmenin iç içe geçmiş olduğu bir perspektif içerisinde sunmaktadır.

Klasik dünya görüşü, etik ve politikanın keskin bir biçimde birbirinden ayrıldığı modern düşünceden farklı olarak, politik olanı belirleyen ufkun ahlakla adeta birebir örtüştüğü bir mahiyete sahiptir. Buna göre ahlakın bireysel anlamda kişinin erdemi elde etme çabası olarak nitelenebileceği klasik düşüncede, siyaset de toplumsal bütünün erdemli kılınma çabası olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla ahlaki iyi ile siyasi iyi arasında bir örtüşme söz konusudur, bunlar birbirinden ayrılamaz, aynı kaynaktan gelir. Bu anlamda klasik düşüncede ‘bütün’ün ‘birey’den daha öncelikli ve önemli olduğu söylenebilir. Yani özellikle Aristotelyen erdem ahlakı bağlamında düşünürsek, klasik ahlak ve siyaset felsefelerinde kozmik bütün içerisinde her varlığın bir amacı olduğu gibi, insan da doğası gereği belli bir amaca matuf olan toplumsal bir varlık statüsünde olup, erdemli bir varlık olma ufku da insan doğasının ayrılmaz bir telosu olmak durumundadır.

Platon’un Devlet veya Farabi’nin El-Medinetü’l Fazıla’sında ele aldığı ‘erdemli şehir’ ve ‘filozof/ bilge yönetici’ telakkisinin bir toplum inşa etmeye yönelik ideal olma durumu var mıdır? Varsa nasıl ifade olunmuştur?

Bu bizatihi ideal olandır. İdeal olan ise, her ne kadar yeryüzünde mutlak bir aksisedaya sahip olmasa da, önde duran varlığıyla insan olmanın ne anlama geldiğini gerek bireysel, gerekse toplumsal anlamda ifşa eden karakteriyle, insanın anlam ve varlık ufkunu oluşturması bakımından son derece önemli bir mahiyete sahiptir. Bundan dolayı Platon’un erdem anlayışının ve erdemli toplum mefkuresinin “olması gerekeni” ifşa eden karakteriyle, Farabi’de de görebileceğimiz üzere, hemen bütün bir klasik ahlak ve siyaset felsefesinin istikametini tayin ettiği söylenebilir.

Platon erdemi insan ruhunun bölümleri üzerinden tanımlar ve insandaki birtakım imkânların belirli bir doğrultuda düzenlenmesini gerektirir. Platon insanın bir içgüdüsel-şehevi, diğeri yüreklilik, yani insanın heyecanla ilgili boyutu, bir diğeri ise akli boyutu olduğunu söyler. Buna göre bireyin ahlaki inkişafı her iki boyutun da aklın kontrolünde olduğu bir yaşama pratiğini gerektirmektedir. Bu açıdan bakıldığında birey söz konusu olduğunda adalet, bu üç yönün uyumuna; toplumda ise bu üç yönün ayrı ayrı ortaya çıktığı insan tiplerinin bütün (şehir) içindeki uyumuna karşılık gelmektedir.

Aristoteles’te bu biraz daha farklılaşır, Aristoteles ruhu işlevleriyle değerlendirir ve nebati, hayvani, insani nefisten bahsedebileceğimiz bir ayrıma giderek, nefsin veya ruhun işlevleri çerçevesinde erdemi altın orta öğretisi ile değerlendirir. Aristoteles düşüncesi daha öğretilebilir ve pratik bir boyuta sahiptir. Yani her bir erdem her bir ucu aşırılık olan orta bir yoldur. Yani cesaret, korkaklıkla atılganlık arasında; cömertlik, savurganlık ile cimrilik arasında orta bir yoldur. Dolayısıyla bu doğrultuda şekillenen bir ahlak metafiziğinden bahsetmemiz mümkün ki, elbette ki bu metafizik, müteal varlık alanıyla onun insanda bir anlamda amaç teşkil eden boyutuyla ilgili kılındığı ölçüde anlamlı bir muhteva kazanacaktır. Örneğin klasik ahlak ve siyaset felsefesinde dört temel erdemden bahsedilir; bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet. Bunlar Arapçada hikmet, şecaat, iffet ve adalet şeklinde ifade edilir. Dolayısıyla adalet bütün erdemlerin harmonik bütünlüğünden zuhur eden temel teşkil dedici olduğu kadar ufuk oluşturucu da olan bir erdemdir.

Dolayısıyla adaletin her şeyi belirleyici olduğu ve insanı varlık bütünlüğü içerisindeki mütevazı konumuna çekmek suretiyle, bir Arşimet noktası olmaktan ziyade, kozmos içerisinde belirli bit amacı olan bir varlık statüsünde gören klasik siyaset felsefesinde modern düşüncede olduğu şekliyle bir özgürlük ve eşitlik fikri söz konusu olmayacaktır. Yani ne zaman ki modern düşünce, ay altı ve ay üstü âlemin niteliksel ayrımını yıkıp her şeyi niceliksel düzleme taşıdı, yani yeryüzünde ve gökyüzünde aynı matematiksel, fiziksel, yasaların hüküm sürdüğünü ilan etti; müteal varlık fikrini yıkılmasına paralel olarak, Tanrı da alemle ilişkisinden koparıldı ve böylelikle de insan hakikat, anlam ve değerin yegane belirleyicisi statüsüne taşınmış oldu.

Yukarıda bir kırılmadan bahsettik, ay altı ve ay üstü alemin niteliksel ayrımının yıkımı… Bu kırılma ne zaman başladı ve ne gibi sonuçları oldu?

Bu kırılma ve modern düşüncenin doğuş süreci, bir taraftan tercüme faaliyetleriyle skolastik düşünceden kopulmaya başlanılması, haçlı seferleri sonrasında Batıya intikal eden çeşitli alet ve edevatların Batılı bilim anlayışına katkıları, özellikle geç orta çağda zuhur eden nominalizm tartışmaları, Rönesans ve reformasyon süreçleri ve modern bilim düşüncesinin ortaya çıkıp gelişmesine bağlı olarak yeni kozmoloji anlayışının doğmasıyla peyderpey başlarken, bir taraftan da ekonomik olarak coğrafi keşifler sonrası Avrupa’da zenginleşmenin neticesinde burjuva sınıfının yavaş yavaş ortaya çıkmasına bağlı olarak toplumsal planda ciddi dönüşümlerin gerçekleşmesiyle bağlantılı bir süreçtir. Özellikle nominalizmin din ve bilim arasındaki ayrımı netleştirmesi, akıl-vahiy ayrımını netleştirmesi keskin bir şekilde bu kopmayı sağlamıştır. Bilimsel gelişmeler özellikle Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’la süreç içerisinde; ki bu süreç yaklaşık 250-300 yıllık bir süreçtir ve bu peyderpey şekillenen bir durumdur. Bu hem ekonomik hem toplumsal pratikleri dönüştürdü, hem de insan kavrayışını dönüştürdü. Sanatı dönüştürdü, felsefe anlayışını dönüştürdü, din anlayışını (Protestanlıkta olduğu gibi) modern zamanların ruhuna uygun bir din anlayışı olarak dönüştürmeyi başardı. Bu durum 16.yy’da iki büyük Protestan kilisesinin zuhuru ile birlikte ortaya çıktı. Ve burada belirleyici olan şey; artık niteliksel ayrımın ortadan kalkmasına bağlı olarak her şeyin insani öznelliğin üzerindeki hüküm sürebildiği, mekanik yasalara ve bilimsel determinizme tâbi koca bir makine olarak tasavvuruna evrilmesidir. Evrenin koca bir makina olarak tasavvur edilmesi  ‘tanrı olsa olsa bu makinenin var edicisidir ama bu dünyaya müdahil bir tanrı değildir’ anlayışını doğurdu. Artık vahiy ve din pratik işleviyle; yani hayata müdahil bir şey olmaktan çıkarılarak bireysel vicdani bir mevzu olarak işlerliği olan bir dini anlayış telakkisine dönüştü. Dolayısıyla insan, artık Descartes’le birlikte başlayan öznellik metafiziği bağlamında, Tanrı’dan boşalan yerin yegâne sahibi olarak hakikat, değer ve anlamı üstlenme noktasında tek otorite haline taşındı. Yani klasik dünyada hakikat insanı aşarken modern dünyada ise hakikat insan tarafından belirlenip tanımlanır hale geldi. Böylelikle insan, hakikatin ve yalanın,  doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün artık mutlak referans kaynağı olarak görülmeye başlandı.

Protestanlığın oluşum sürecinde Luther’den önce Erasmus var mesela. Erasmus, Luther’e göre biraz daha tecdit yanlısı ve daha dengeli. Hristiyanlığın/ klisenin tecdidi girişimini görüyoruz ama bu, Luther’de olduğu kadar radikal değil. Ama en nihayetinde metafiziğin değer yitimi ve ‘fiziksel olanın hakimiyeti’nin başlangıcı denebilir sanırım.

Bu 16.yy. Düşünün, 14 – 15 – 16. yüzyıllara sirayet eden bir süreç, dolayısıyla hepsinin evveli ve ahiri var. Yani Luther hüdayinabit değildi. Yani birden ortaya çıkmadı. Luther’i Luther’ci düşünceye kanalize edecek bir kültürel atmosferin doğmasıdır ki üniversitelerin kurulması yine daha öncesi sürece tekabül eder. Özgür düşüncenin yavaş yavaş peyda olma süreci bu döneme tekabül eder. Bilimdeki değişme-gelişme bu döneme tekabül eder. Zenginleşmenin beraberinde getirdiği burjuva sınıfının ortaya çıkması yavaş yavaş olmuştur. Dolayısıyla feodal yapının dağılması siyaset telakkisini de değiştiriyor. Artık kilisenin hâkimiyeti altında Aristokratik düzlemde birtakım değerlerin ön plana çıkarıldığı düşünce biçiminden ziyade Burjuva sınıfının doğuşu ve dinamo gücü haline gelerek dönüştürdüğü toplumsal yapıyla beraber düşünülmesi gereken bir süreç olarak okunması lazım. Modern düşüncede bireyin keşfi öznelliğin keşfiyle beraber ya da bunların yaratılmasıyla beraber -her ikisini söylemek de de mümkündür- artık müteal varlık fikrinin ortadan kalkmasıyla birlikte telos fikri anlamında amaç fikri de ortadan kalktı.

Artık kendisi için amacını yine kendisi koyacak olan modern insanla birlikte insan hümanistik bir düşünce ekseninde tabiri caizse ara yerde bir varlık olmaktan çıkıp yeryüzüne düşmüş oldu. Yani klasik dünyada insan, yeryüzü ile gökyüzü arasında bir varlık olarak adeta beşerlikten düşme ile insanlığa yükselme arasında duran bir varlık olarak görülmesine karşın, modern düşünce ile birlikte müteal varlık fikrinin ortadan kalkmasına paralel olarak tüm niteliksel ayrımlarını yitirip niceliksel olanın egemenliği altındaki bir düşünce durumuna maruz kaldı. Artık her şey matematiksel ve fiziksel yasaların hüküm sürdüğü mekanik âlem içinde birbirleriyle eşit statüye sahip insanlar arasında realize edilmek durumundadır. Buna göre, modern düşünceyi sonsuzluk karşısında insanın özgürlüğünü ele geçirme mücadelesi olarak okumak mümkündür. Böyle bir sonsuzluk deneyimi bağlamında modern özne, bir temsil epistemolojisi içerisinde dünyanın yaratılmasını üstlenecektir. Bu açıdan bakıldığında öznellik/sübjektivite metafiziği, varlık ve hakikatin öznenin idrakinde temsil edilebilir bir şey olarak tasavvuru ile ilgili bir mevzudur. Tam da bu noktada, özgürlük ve eşitlik fikirleri de, modern ahlak ve siyaset felsefesinin temel erdemleri veya kavramları olarak karşımıza çıkacaktır. Adaletin yerini eşitlik ve özgürlük fikirlerinin alacağı bu bağlamda da, demokrasi ve insan hakları tartışmaları, bireyin bireysel özgürlük mevzusu, insani istek ve ihtiyaçların karşılanmasıyla ilgili talepler ve varlığın rasyonel olarak düzenlenmesi gibi tüm hususlar, bu dünyada kendinden başka referans kaynağı olmayan modern insanın, natüralist doğacı referanslara bağlı olarak zuhur eden mümkün ve rasyonel talepleri olarak karşımıza çıkacaktır.

Hocam, burada Aliya’nın bir ayrımına dikkat çekmek istiyorum: Aliya, religion kavramını batılı anlamda din anlamında kullanır ve İslam’dan ayırt eder. Batı’nın ‘İslam’a değil’ ‘religion’a karşıtlığıdır söz konusu olan. Bu ayrım modern düşüncenin / batının ‘din’ anlayışı bağlamında açıklayıcı mıdır?

Ben, böylesi bir ayrıma gitmenin sağlıklı olduğu kanaatinde değilim. Bana göre, Hristiyanlık kendi sünnetinin son kırıntılarını Protestanlıkla birlikte yitirmiştir. Öznellik metafiziği içerisinde dine de bir kapı açılmıştır, ama bu din artık sübjektivite metafiziği içerisinde sunulduğu kadarıyla bireysel, kişisel, vicdani bir mevzu olmak durumundadır. İddiasız bir din, yoruma açık bir din, mevzusunu insanın belirlediği bir din, insanın adlandırabildiği, temsil edebildiği bir tanrı ve din tasavvuru; yani tabiri caizse klasik dünya ufkunda insan varlığını hakikate açardı ve varlığı hakikat şekillendirirdi, fakat modern dünyada epistemik bir özne olarak kabul edilen insan hakikat, anlam ve değerin zemini kılınmak suretiyle hakikati belirlemeye koyuldu.

Tüm varlık alanında insanın belirleyici olma statüsünü tahkim eden bu kopuştan, insanın Tanrı hakkındaki yaklaşım pratiği de, her ne kadar rasyonel teoloji tartışmaları bağlamında klasik felsefelerde de örtük bir biçimde izini sürmek mümkün olsa da, büyük ölçüde nasibini aldı. Tıpkı hakikat gibi Tanrı’nın da insanı aşkın bir mahiyette anlaşıldığı klasik dünyada insanlar, Hakikat gibi Tanrı’yı da beşeri idrak sınırları içerisinde soyut bir epistemik nesne olarak tasavvur etmiyorlardı. Platon’un “ruhun gözünü açmak”, “Tanrı’ya benzeme çabası” şeklinde tanımlamış olduğu felsefe kavrayışında karşımıza çıktığı şekliyle insanın varlığını düşünerek arındırmak suretiyle hakikate açılmak durumunda olmasıyla paralel bir biçimde dini düşüncede de kişi işitip itaat etmek suretiyle varlığını Tanrısal olan anlamında vahye açmak durumundaydı. Bu anlamıyla düşünüldüğünde bir bütün olarak klasik dünyada düşünürlerin gözlerini ve varlıklarını yukarıya açmak suretiyle hakikatle irtibat kurma imkanına açılma çabası içerisinde oldukları söylenebilir. Buna karşın modern düşüncede tasavvuru şekillendirme gücünü yitiren Tanrının, artık epistemik öznenin tasavvurları yoluyla şekillendirilmek suretiyle içeriklendirilmeye başlandığı söylenebilir. Bu durum ise, beşeri idrak düzlemi içerisinde kazanmış oldukları yeni muhtevayla paralel bir biçimde, kendi olmaklıklarını yitirmek suretiyle artık Tanrının tanrısallığını, dinin de dini olmaklığını yitirmesi anlamına gelir.

Aslında modern düşüncenin özünde dine açık kapı olmamakla birlikte, dini pratik işlevi bakımından ele alan modern düşünce bakımından din toplumsalı mümkün kılan maya olması nazarıyla işlevselliği bağlamında çokta zararlı bir şey değildir. Dolayısıyla insanların taşkınlıklarına mani olabildiği, insanları vicdanen iyi kıldığı, başkasına karşı merhametli kılabildiği ölçüde kullanılabilir bir şeydir. Modern düşüncede bilgide doğruluk yerine faydanın geçmesiyle beraber, din de faydası ölçüsünde değerli olan bir varolan olarak ele alınmıştır. Bununla birlikte bu durum, dini din olarak, bizatihi dinin kendi iddiası bağlamında kabul etmek olmayıp, bir anlamda pratik faydaya dönük tezahürleri bağlamında bir ölçüde kabule şayan bulmaktan başka bir anlama gelmemektedir.

Parça doğru zaman zaman değer görse de; “Bütün” ıskalandığı için mi tümüyle dinden bağımsızdır diyorsunuz?

Dinden, bütünden, aşkınlık fikrinden tamamıyla koptuğu için bu yönüyle modern düşünce hümanizmin gerçek anlamını bulduğu düşüncedir. Artık her şey beşeri öznenin aklına indirgenecektir. Beşeri özne hakikatin, doğrunun, anlamın, gerçeğin mümkün ufkudur. Bu durum özellikle modern kozmoloji ve doğa bilimsel düşünce bağlamında başlangıçta büyüleyici bir şeydi, yani epistemik düzlemde insanın bilim yoluyla ona açılan ufka sirayet etmesi, onu teorik temsil nesnesi kılabilmesi; öngörülebilir, yönetilebilir, depolanabilir, kullanılabilir bir nesneye hakim olabilmesi anlamına geliyordu. Bacon’ın “bilgi egemen olmaktır” sözünde karşılığını bulduğu şekliyle bu süreç, modern düşünce açısından insanın yeryüzü hâkimiyeti olarak okunuyordu ama burada ıskalanan şey şuydu; bilgi yoluyla inşa etmek suretiyle hâkim olduğunuzu düşündüğünüz gerçekliğin inşa mantığı aynı zamanda sizin de tabi olduğunuz ve nihayetinde sizi de kuşatmak suretiyle hakimiyeti altına alacak olan bir mahiyete sahiptir. Siz, kendinizi de hâkim olunan bir varlığa dönüştürürsünüz.

İnşa edilen bir varlığın tanımlanmasına mı?

Tabii, o tanımlama içerisinde sizde bir yere oturursunuz. Michael Foucault’nun “Özne ve İktidar” metninde ifade ettiği gibi önce özneler yaratıldılar, sonra da tahakküm nesnesi haline getirildiler. İnsanın yeryüzü hâkimiyetini, tahakkümünü ve insanın insan üzerine ya da epistemik olanın insan üzerindeki hâkimiyetini de meşrulaştırdı. Toplum mühendisliği, insan mühendisliği de buradan neşet etti. Her türlü bilme iddiası aynı zamanda bir tahakkümü meşrulaştırma sürecini de beraberinde getirmek durumundadır. Bu, öznellik metafiziğinin kaçınılmaz sonucu olarak düşünülebilir.

‘İktidarın doğası’dır aslında söz konusu olan. Modern veya premodern / klasik dönem farketmez. İktidarın doğasında Platonun ‘erdemli şehri’ yazdığı dönemde de birey vardı ve fiziksel şiddet üretiyordu. Burada Foucult’un biyoiktidar kavramını da konuşabiliriz. Belki de ‘İktidar’ bu egemenlik alanını daha örtük; daha farklı aygıtlar üzerinden gerçekleştiriyordu. Yani sözkonusu olan ‘iktidarın’ şeklinden çok doğası (mı)?

Ben bu genellemeye gidileceği fikrinde değilim. Çünkü klasik dünyada epistemik bir kesinlik fikri yok yani epistemik kesinlik fikri modern düşünceyle birlikte ortaya çıkıyor. Her şey kesin sınırları içinde tanımlayabileceğine iman etmiş bir özne, klasik dünyanın insanı değildir. Mutlak bir kesinlik fikrinin söz konusu edilemeyeceği yerde mütehakkim iddialı bir varlık vurgusunun ve bunun mutlak bilgi üzerinden tahakküm inşasının imkânı da söz konusu edilemez. Foucault’nun disipliner iktidar kavramı bağlamında ifade edildiğinde, çeşitli disiplinler iktidar düzleminde kesinlik ifade eden epistemik söylem ya da temsil pratikleri yoluyla kendisini size sunar. Ama mesela; Platon’da ve klasik dünyada ‘iyi’ bilginin ötesindedir. Dolayısıyla gerçekten neyin mutlak anlamda iyi olduğunu bilmeden ve neyin mutlak anlamda kötü olduğunu bilmeden iyi veya kötüye mutlak bir biçimde karar vermiş bir benlik olarak hareket etme şansınız olmaz. Bu sizi daha mütevazı bir varlık durumuna taşır. Mutlak adlandırma ile kurulan epistemik iktidar bu anlamıyla klasik dünyanın aşkın hakikat fikrinden uzaktır. Yani düşüncenin ideal düzlemdeki tartışılması bağlamında ifade edilecek olursa: Mesela Eric Schumacher’in Aquinolu Thomas’tan yaptığı bir alıntıda görülebileceği üzere klasik düşünce açısından, “yüce şeylerden elde edilecek en zayıf bilgi, küçük şeylerden elde edilecek en emin bilgiden daha çok arzuya şayandır.” Buna göre ufku müteal varlık alanına dönük bir mahiyet arz eden Klasik dünyada insan kendini hakikatin merkezinde, hakikate ad koyma statüsünde bir varlık olarak konumlandırmamaktadır. Hatta Platoncu düşünce nazarından bakarsanız, bilgelik felsefenin bittiği yerde başlar ama bilgenin gördüklerini bu dünyada anlatabilme şansı da yoktur. Felsefe bir görme işidir, ruhun gözünü açma işidir. Mutlak olanın bilgisi beşeri idrak düzleminde temsil konusu kılınan bir bilgi nesnesinin bilgisi olmayıp, mutlak bir kesinlik idealinin söz konusu olmadığı bilgelik formunda bilgeliğin dünyada öğretilebilir, kesinlik diline aktarılabilir bir formülasyonu da olamaz. Yani burada kastedilen bilge, bilgi aktarıcısı değil. Bu herkesin kişisel olarak varlığını taşıması gereken bir idealdir.

Yani “yolda”, “hakikatin peşinde olma”!

Evet, bu yol bilgelikte biten bir yoldur ki bilgelikte biten yolda artık hakikati temaşa eylemi söz konusudur. Bu temaşa yolunda hiç kimse mutlak bir emniyet içerisinde, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, mutlak bir epistemik kesinlik içinde ayırt eden bir özne olarak var değildir. Modern disipliner iktidar size normlar, kurallar ve birtakım pratikler empoze etmek suretiyle sizi, bir meşruiyet, anlamlılık ve haklılık mantığını içselleştiren bir özneleşme sürecine tabi kılar. Mesela modern disipliner iktidarı değerlendirirken Michel Foucault, beşeri bilimler normlar koyarak meşruiyet, makuliyet, normallik düzenini içselleştiren özneleştirme pratiklerini meşrulaştırır derken, özneleşme sürecinin, aynı zamanda nesne olmaya ikna edilmiş olmaklık demek olduğunun da altını çizer. Bu durum özneleşmeyi mümkün kılan verili pratiklerin insanı da, artık bizatihi iktidarın kendi üzerinde gerçekleştirilmesine hazır bir kıvama taşımış olması anlamına gelecektir.

28 şubat sürecinde ikna odalarında en kesif haline tanıklık edildiği şekliyle şiddet bizatihi şiddeti uygulayanın da dahil olduğu meşrulaştıran epistemik bir pratik yoluyla realize edilmekteydi. Tıpkı bir cerrahi tedavide olduğuna benzeterek, uygulanan şiddeti, insanların özgürleştirilmesi ve kurtarılması için olması gereken bir müdahale olarak gören bir mantık içerisinde özneleştirilmiş olan kişiler, yaptıkları müdahalenin doğruluğundan emin olma anlamında, mutlak anlamda epistemik bir kesinlik içerisinde hareket edebilmekteydiler. İkna odalarına alınan bir kızcağızı adeta vurulan epistemik şamarlarla hizaya getirilmekteydi. Burada söz konusu olan aslında samimiyet meselesi değil, adalet ve hakkaniyet meselesidir. Kendi iddialarından bu denli emin olamasaydılar karşılarındaki insanlara bu denli rahat bir şekilde şiddet uygulayamazlardı. Bu noktada ifade edilmelidir ki, söz konusu şiddet, sadece bariz bir biçimde şiddete muhatap kılınan çocuklar üzerinde gerçekleşen değil, aslında daha da sofistike bir biçimde, böyle bir özneleşme sürecine dahil etmek suretiyle kendilerini şiddetin failleri kılan mantık yoluyla kendi evlatlarına şiddeti uygulayan söz konusu zevat üzerinde gerçekleşmiş olan şiddet olarak da okunmak durumundadır.

Bizim geleneğimizde sufilerin “adını koyma” düsturu bu bağlamda önemlidir. Çünkü her türlü özcü epistemik tanımlama düşünülen şeyi başka türlü olma imkânından mahrum eden bir epistemik sınır çizmedir. Epistemik yollarla bir varlık inşa etme biçimidir. Şiddeti meşrulaştıran bir üretimdir. Belki de söz konusu epistemik şiddet karşısında farkı veya farklı olanı şiddetin nesnesi olmaktan kurtarabilecek yegâne imkân, “adını koma” düsturunda tecessüm ettiği şekliyle tanımlayıcı söylemler karşısındaki sakınımlı tavır olacaktır.

Bilgi ve bilge, müslüman düşünce havzasında ilim ve âlim… bilgenin, alimin cari siyasetle ilişkisi bağlamına değinebilir miyiz?

Tabi ki. Pratik siyaset bağlamında bakarsak, iktidarın pratik düzlemdeki tezahürleri kısmi adalet tezahürleri olarak okunabilir. Mesela: Platon devletini Atina’da vukua gelen demokrasi tartışmalarının ortaya çıkardığı rahatsızlıklardan, adaletsizlik, hukuksuzluk, yanlışlar ve benzeri şeylere toplum içinde yaşayan bir düşünürün kaygıları düzleminde yazmak durumunda kalmıştı. Platon, sadece bir düşünür olarak “ben böyle bir ideal devlet yazayım” diye yazmadı. Bir topluma ait yaşantı içerisinde olan ve rahatsızlıkları da olan üstadı Sokrates idam edildi. Diyoruz ya Antik Yunanda çok özgür düşünce vardı, o kadar özgür düşünce varsa Sokrates neden idam edildi? Pratik siyaset, her zaman güçlünün gücünün manipülasyonu altında kalmıştır. Tarih boyunca bundan kısmen kurtulmuş veya bunun daha çok etkisinde kalmış pratik siyasetlerden bahsedebiliriz. İslam Siyaset Tarihi’ni okurken de romantik bir bakış açısıyla güllük gülistanlık bir dünya okuması doğru olmayacaktır.

Hz. Peygamberin vefatı akabinde ortaya çıkan insani durumu; bir güç ilişkileri manzumesinde, bir iktidar münasebeti, iktidar ilişkileri çatışmaları düzlemine taşındı. Tarih boyunca da iktidarda olanların tabiri caizse kendilerine özel bir hukukları oldu. Kendilerini adeta halktan ayrı bir şeraite muhatapmış gibi eyleyenler oldu. İktidar, her zaman manipüle edici bir şey olmuştur. Bizim, büyük âlimlerin iktidarla mesafe içinde kalma kaygıları bununla ilgili mevzudur. Çünkü bu dünya şartları içerisinde insanı antropolojik olarak ya da dünyadaki insan varlığı olarak belirleyen en büyük dünyevi saik güç olmak durumundadır. Öyle ki gücü elinde bulunduran kişiye gücünü kullandırtmamak ya da gücünü hak üzere kullandırtmak çok kolay bir şey değildir. Manipüle edici boyutu da buradan gelir. Çünkü güç, güçten nemalanmak isteyen bir arzu mekanizması da beraberinde ortaya çıkaracaktır. Zira iktidar bir yandan arzulanır ve arzulandığı ölçüde daha da güçlenir. William Reich’in “hayır! kitleler aldatılmadılar, sadece belli bir zamanda faşizmi arzuladılar.” tespiti yabana atılır bir şey değildir. İktidar, aynı zamanda muktedir olanların arzuları üzerinden de talep edilen bir şeydir.

Bundan dolayı büsbütün adil bir iktidar düzeneği yerine, görece adalete daha yakın olan ve insanların bir şekilde farklılıklarından kaynaklanacak baskıyı daha az hissettikleri iktidar düzenekleriyle; daha faşist ya da iktidarı çok daha baskın bir biçimde sömürgecilik, kolonyalizm düzlemine taşıyacak denli baskıcı bir biçimde hissettiren, insanları rahatlıkla yok etmeyi mümkün görebilen iktidar düzenekleri arasında birtakım farklılıkların olabileceğini düşünmek gerekmektedir. Ama siyaset düşüncesi veya siyaset felsefesi dediğimiz düşünce eyleminin, sosyolojiden ya da diğer beşeri bilimlerden ayrılan özüne uygun bir şekilde, olana takılı kalmak yerine, olması gereken üzerinden düşünmeyi salık veren ve böyle bir ideali realize etme kaygısı taşıyan boyutuyla ideal olana dönük veçhesini muhafaza etmesi gerektiğini söylemek son derece önemlidir.

Batıda entelektüelin serüveni… İktidarın ve yönetimin daha dışında ve daha özerk bir alanda duruyor sanki! Aynı zamanda yaşadığı ülkeye etki edebilen bir yerde duruyor sanki!

Ben bu kanıda değilim. Entelektüel düzlemin olduğu kesin ama bana göre siyasal olan bildiğini okuyor. Entelektüel düzlem meşrulaştırıcı ve araçsal bir değere sahiptir. Reel politik düzlemde işleyen süreçle ilgili olarak; bilgi, adalet, hak, hukuk üzerine yapılan onca tartışma var fakat bu tartışmalar pratik siyaseti belirleme noktasında herhangi bir etki gücüne sahip görünmüyor ne yazık ki. Başka hiçbir yere bakmaya gerek yok; örneğin göç meselesi söz konusu olduğunda, Avrupa siyasetinin suskunluğunu gördüğümüz zaman, tüm bu adalet, hak, hakkaniyet, farklılık vb. üzerine inşa edilmiş felsefi söylemler iflas ediyor, yani hiçbir anlamı kalmıyor. Önemli olan diyor Trump: Amerikalı olan ve paradır. İşte, Trump dün böyle bir açıklama yaptı, yaptıkları eylem ne olursa olsun dercesine “biz Araplarla ilişkimizi bozamayız.” dedi. Çünkü önemli olan Amerikan halkı ve paradır. Bunu Avrupanın, kolonyalist ve sömürgeci politikalar ekseninde Avrupa dışı ile girdiği ilişki kadar, kendi içindeki tarihsel serencamı, kendi kendisine de yaptıkları da destekler niteliktedir. Dolayısıyla entelektüel düzlemde; ister ebedi barış idealleri, ister komünist toplum idealleri, isterse insanın özgürlüğüne dair yazılmış ütopyalar vb. söz konusu olsun real politik düzlemde bunların hiçbir aksisedasının olduğunu görmek mümkün değildir. Bilfiil, pratik düzlemde holocost, Srebrenitsa katliamı yaşanmıştır. Daha öncesinde 30 yıl-100yıl savaşlar yaşanmıştır. Diyelim ki onlar modernitenin sancılı süreçleri ama sanayi devriminin dinamosu olan Avrupa’daki köleler?  Bu çocuk yaştakiler 14-16 saat yoğun bir şekilde çalışan telef olan insanlardı. Bu bağlamda, Avrupa’nın Batı dışına yaptıklarını dahi bir kenara koysak bile, kendi içinde yaptıkları bile, kazanmış olduğu refahın aslında sömürgeciliğin, zulmünün bir sonucu olduğu apaçık ortadadır. Ellerindeki kanın hala damladığı ve bu damlayan kanla kazanılmış refahı da onların entelektüel gücüne yormanın çok da doğru bir değerlendirme olabileceği kanaatinde değilim. Burada da güç ilişkileri belirleyici oluyor. Ben bir siyaset felsefecisi veya bilimcisi olarak konuşmuyorum, gözlemlediğim kadarıyla bizatihi sömürgeciliğin tarihi bunun kanıtıdır. Bugün insanların Akdeniz’de, Ege’de ve bir taraftan Amerika’nın, bir taraftan da Avrupa’nın kapılarında insanca yaşayabilmek adına; insani doğal ihtiyaçlarını güven içinde karşılayabilecekleri bir imkân arayışı içerisinde ölmeleri, yok olmaları karşısındaki Avrupa siyasalının, siyasal olanının politikasının duyarsızlığını düşündüğümüz zaman: Emmanuel Levinas’ın ‘Ötekinin Yüzü Tanrının İzidir’ diyen anlatısının hiçbir hükmü kalmıyor ne yazık ki. Yani suskunluk ve terk edilişe katlanmak durumunda bırakılan Batı dışı dünyanın beyaz yakalı Avrupa’nın nazarında zerre kadar değeri yoktur.

Modern dönemde müslümanın ‘iktidar’ talebi bağlamında bir değerlendirme yapabiliriz hocam. Bu talep sadece modern dönemde olan birşey değil. Özelikle son ikiyüz yıldır, Osmanlı’nın da tarih sahnesinden düşüşünden sonraki ‘iktidar’ talebi hakkında neler söylersiniz?

İktidarın pratik düzlemde hep var olduğu gerçektir. Siyasal İslam kavramlaştırılması çerçevesinde, modern devlet çerçevesinde İslam’ı modern ulus devletin ufkuna yerleştirerek onu tanımlayıcı bir perspektif içerisinde düşünme eylemi modern bir eylemdir. Bu kökensel olarak 17-18.yy’a kadar götürülebilir. Batının, Batı dışı dünya üzerinde kurmaya çalıştığı oryantalist düşünceyle enformasyon edinerek sömürgeciliği veya kolonyalizmİ meşrulaştırma süreci içerisindeki pratiklerinin radikalleştirdiği bir Doğu mefhumu var. Bu özelde de İslam’dır. İsmet Özel’in de dediği gibi, modern dünya Batının İslam karşısında verdiği bir mücadelenin ürünüdür. Dolayısıyla İslam dünyasında imparatorlukların parçalanmasıyla beraber vukua gelen şeyler kolonyalist hareketlerle birlikte düşünülebilecek şeylerdir. Reaksiyonel ya da kendi varlığını koruma çabası içerisinde savaşı mücadeleyi ön plana çıkaran bir Ortadoğu, Mısır, Pakistan vb. Bu daha reaksiyonel bir düzlemdedir. Ama Batı bu konuda birilerini radikalleştirerek kendi meşruiyetini tesis etmenin epistemik yollarını da iyi bilir.

Peki, büyük ideolojiler çağında her bir ideolojinin ‘iktidar’ talebinin olduğu evreden post-modern dönemle birlikte ‘iktidar karşıtı’, ‘iktidarın peşinde olmama’ veya ‘talep etmeme’ gibi bir eğilim söz konusu mu sizce?

İktidar talep etmeme durumunun söz konu olduğu kanısında değilim. Bugün insanlık geç modernite tecrübesiyle beraber küresel kapitalizmin ufkunun açtığı iktidarı deneyimlemektedir. Talep edilen de budur. Foucault’nun da vurguladığı gibi iktidar düzeneği, disipliner olmaktan çıkmak suretiyle yönetimsel bir boyut kazanarak ve burada artık insanlar arzularından kıskıvrak yakalanarak kapitalist yaşam pratiğinin arzu-nesne diyalektinin bir parçası haline geldi. Bu durum aslında kapitalist yaşam pratiğinin iktidarı olarak okunabilir. Bugün, belki de en tekinsiz iktidar biçimi olarak karşımıza çıkan Hitler’in, Mussoli’nin güçle gerçekleştirdiği şeyden farklı olarak, bizatihi insanların arzularından kavranıp kıskıvrak yakalanarak içine çekildikleri bir iktidar düzeneğinin parçası kılınmaları durumu söz konusudur. Bu noktada postmodern “lokal anlatı düşüncesi”nin de aslında kapitalizmin kendisini pazarda temsil etme imkanı arasında bir paralellik olduğu vurgulanmalıdır. Ben, birkaç zaman önce kapitalist dünyayı sevk ve idare edenleri post modern Mevlanalar olarak nitelendirdim. Yani onlar ne olursanız olun gelin diyen tüccarlarıdır çağdaş zamanların. Onlar için etkin, dini, kültürel vb. kimliğiniz ne olursa olsun, önemli olan sizin pazarda, yani tüketim kültürü içerisinde olmanızdan başka bir şey değildir. Bu pazarda aynı arzu nesnesi Müslümana yeşile, komünisti kırmızıya boyanıp, hipopçuya ise karmaşık yazılarla servis edebilir. Dolayısıyla sizin özel dünyanızda sahip olduğunuz kimlikten ziyade önemli olan tüketim alışkanlıklarınızdır. Herkesin aynı şeyleri arzuladıkları yerde aslında ‘kitle’ vardır. Jean Baudrillard’ın dediği gibi yaşadığımız kapitalist yaşam pratiği içerisinde, insanlar kitle haline getirilmek suretiyle toplumsal olanı da yitirilmiş ve imajların gerçeklerin yerine ikame edildiği, arzulamaktan gayrı hiçbir eylemi gerçekleştiremedikleri bir arzu çağına taşınmıştır. Belki de bu Niezstche’nin “son insan” dediği tipine de karşılık gelebilir. Müslümanların da bu dünyada verdikleri imtihanı kaybetmenin eşiğinde olmalarının özünde de bu durum yatmaktadır. Kumarhane içerisinde kazanma telaşına düşmek gibi bir şey bu. Kumarhanede kasa kazanır. Müslümanlar kapitalist yaşam pratiği içinde rol alarak oyun oynayarak kapitalizmi tahkim etmekten başka bir şey yapmazlar. Bu belki de kapitalizmin varlığının en büyük tehdidi olan İslam’ın, kapitalist yaşam pratiği tarafından süblime edilmesi, emilip soğurularak yok edilebilmesinin imkânını meydana getiriyor. Ne yazık ki şu aşamada görünen şu ki; Müslümanların içinde bulundukları en büyük tehlike, temel taleplerini yitirmeleri ve bunun yerine, Müslümanlık simülasyonlarını ikame etmek suretiyle, kapitalist yaşam pratiği tarafından yeşile boyanmış arzı nesnelerini arzulayan bir yaşam pratiğini hayata geçirme çabası içerisinde olmalarıdır.

Müslümanca var olmak ve o müslümanlık simülasyonlarını tahkim etme çalışması tespitinizin üzerine biraz daha gidebilir miyiz! Müslümaca varolmak… Bütünlükteki talep nedir?

Şöyle diyelim: Müslümanın en büyük amacı ve talebi Müslüman olarak ölmektir. Fakat bugün Müslümanlar da, tüm dünya gibi ekonomik refah ve kalkınmayı fetişleştiren bir yaşam pratiği içerisinde kendi varoluş iddialarını adeta unutmuş bir görünüm arz etmektedirler. Dolayısıyla da iyi bir yaşam Müslümanın hakikat ufkunda iyi bir ölümle mümkün olunabilecek bir şeyken şimdi ise daha konforlu bir hayatla mümkün en iyi şey olarak telakki edilmeye başlanıyor. Ontolojik anlamda düşünüldüğü zaman Müslüman dünyaya oyun bozmaya gelmiş Peygamberlerin varisleridir. Müslümanın işi oyun bozmaktır, oyun derken “imajinatif varlık maskelerini indirmek”ye odaklı ontolojik görevden bahsediyoruz aslında. Fakat Müslümanlar oyun oynamayı oyun bozmaya tercih etmiş gibi görünüyorlar, yani yeşile boyanmış arzu nesnelerinde, Müslüman kadın dergilerinde, haremlik ve selamlığın olduğu tatil köylerinde, yeşil sinemalarda, televizyon ve benzeri şeylerde bir Müslümanlık simülasyonu içerisinde oyalanıp duruyorlar.

Sinemanın yeşiline talip Müslümanlar,  sinemanın devrim niteliğindeki dönüştürücü etkiyle insanları imajnatif varlık düzlemine ikna ettiği bir zaman içerisinde, şu soruyu hiç sormuyorlar kendilerine: “Müslüman rol yapar mı?”. Zira sinema o kadar etkili oldu ki adeta insanların oyun içerisinde kalmalarının ontolojik zemini haline gelmek suretiyle, imajinatif gerçekliği gerçekliğin yerine ikame etmenin imkânı olup çıkıverdi. Artık insanların bedel ödemeden yaşayabilecekleri hazlar vardır, erdemleri vardır, kahramanlıkları vardır, dinleri vardır. Sinema karşısındaki birey, hiçbir bedel ödemeden aşk yaşar ve haz alır. Yaşar, eğlenir siz düşünmeyin sizin yerinize düşünürler, sizin yerinize hayatınızı planlarlar, sizin yerinize özel günlerinizi en mutlu şekilde hazırlarlar. Siz yeter ki buna tabi olun. Bu tabiiyetin kendisi aslında tabiri caizse biraz ağır bir ifade olacak ama ‘küfürdür’. Yani Allah’ı unutmaktır. Küfür örtmektir, hakikatin üstünü örtmektir. En çok neyi arzu ve talep ediyorsanız mabudunuz da odur. Müslümanların şapkayı önlerine koyup, en çok neyi arzu ediyorlarsa önce onu tespit edip, sonra da put kırmaya başlamaları gerekir. Oyun bozmak demek put kırmak demektir. Hicretten sonra hicret yoktur. Mekân terki anlamında hicret yoktur ama istikamet terki anlamında hicret ilelebet her zaman bakidir. Bu anlamıyla düşünürsek aslında yaşadığımız çağ: İmaj çağı, hiper gerçeklik vb. nitelendirilen bir çağdır. Müslümanlık bu çağa, içine düşmüş olduğu sapkınlığını, hastalıklarını, haksızlık ve adaletsizliklerini ifşa edebilecek tek imkânken, bu imkânından bizzat Müslümanlar yoluyla mahrum edilen bir dindarlık kıvamına evirilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştır ne yazık ki. Bunun üzerinde hassasiyetle durulması gerektiği kanaatindeyim.

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Bunları da sevebilirsiniz