Sinema olayı bütün yeryüzünde endüstriyel egemenliğini kurduktan hemen sonra Yedinci Sanat olarak anılmaya başlamıştı. Daha önceleri edebiyat, müzik, resim, heykel, mimari ve tiyatro, altı sanat dalı diye bilinmekteydi. Tarihin en eski dönemlerinden bu yana bütün insanlık kitlesi tarafından şöyle veya böyle kullanılan bu altı sanat olayı beşeri hayatın inkâr götürmez gerçeği halinde bugün de etkinliğini aynı kudrette sürdürmektedir. Sanat dalları arasına dans fenomenini ekleyen görüşler de yok değildir. Folklorik anlamdaki dansın beşeri hayattaki rolünü görmezden gelmemekle beraber, onu, mesela tiyatronun bir türü şeklinde değerlendirmek, Batı’da opera, Doğu’da ise Ortaoyunu ile bütünleştirmek mümkündür.
Fanatizm nasıl tarihi ve olumsuz bir insanlık gerçeği ise sanat alanları da aynı ölçüde olumlu ve olumsuz örnekleriyle birer dünyevi ve insani gerçekliktir. Fanatizmi, bağnazlığı bu konuda sanata paralel bir olay şeklinde dile getirmemin nedenlerini okuyucum anlamış olmalıdır. Büyük insanlık kalabalığının tarih boyunca boy gösterdiği tutuculuğun en çok sanat olayı bahsinde ortaya çıktığı bilinmektedir. Yobazlar bazen sanatın herhangi bir dalını kullanarak öteki türlerine ve tiplerine muhalefet ederken bazen de doğrudan doğruya herhangi bir sanat dalını yasaklamaya, karalamaya, kötülemeye çalışarak icraatlarını sürdürmüşlerdir. Bu tutumun en vahim yanı kanaatimce din kisvesi altında yapılmış olmasıdır; en tehlikeli hali de budur.
Müslüman dünyada sanatın muhtelif dallarına dair genel bakış bizi ilgilendirmektedir. Malumdur ki Kadın sesi haramdır tezini merkeze alarak edebiyat ve mimariye biraz daha toleranslı davranılmışsa da resim, heykel, müzik ve tiyatro yaygın Müslüman kültürde yoğunlukla aforizmaya uğramıştır. Gerekçe ve sebep olarak gösterilen yasaklayıcı sözler ise kimi hadis literatürlerine her nasılsa sokulmuş bulunan yahut bir gerçeği bulunmasına rağmen yanlış yorumlanan metinlere dayanmaktaydı. İlk gençlik yıllarımda yalnızca bizim baba evimizde bulanan transistörlü radyo, mahallemizde toplanan erkeklerin ajans denilen haberleri dinlemesi işlevini görmekteydi. Erkeklerin ev dışında bulunduğu vakitlerde ise ümmî annemin Selahattin Erorhan veya Nurettin Dadaloğlu’dan türküler seansında açılırdı. Babam tarafından suçüstü yakalanıldığında ise derhal düğmesine basılarak kapatılırdı. Oysa aynı babamız kimi efkârlı vakitlerinde Dersim türkülerini de mırıldanan biri idi. Bu çelişkili hayat modelini çok düşünmüşümdür.
Böylece müzik bahsine bir kapı aralamış oluyorum, hem de radyolu nadir evlerden biri olan kendi baba evimden. Müzik helal miydi haram mı? Peki ya sinema, tiyatro ve hatta dans/ folklor anlamında? Müslüman toplumlar bakımından helal ve haramı belirleyen kaynak neydi? Mesela Allah Resulleri kendiliklerinden herhangi bir nesne yahut davranışı helal yahut haram yapma yetkisini de haiz miydiler? Müslümanların dönemsel anlamda egemenlik kurdukları ülkelerdeki kimi zaruri yasalar da helal ve haram kategorisine girer miydi? Yoksa böylesi kurallar her toplum ve dönem bakımından değişken içtihatlar şeklinde mi anlaşılmalı, öğrenilmeliydi? Müzik, heykel, resim, sinema, tiyatro ve dans (folklor) gibi beşeri sanatların bizzat kendileri helal veya haram olabilir miydi? Şöyle de sorabiliriz: helal ve haramı belirleyen şey araçlar mıdır amaçlar mıdır?
Kanaatimce bütün mesele yukarıdaki suallerin doğru cevaplandırılmasıyla vuzuha kavuşacaktır. Müslüman dünyada tarih boyunca yaşanmış bulunan en vahim hata kanaatimizce fıkhın vahiy karşısında egemenlik kurmuş olmasıdır. Malûmdur ki fıkıh; düşünen ilim sahibi Müslümanların kendi dönemlerindeki sosyal, siyasal, hukuki kimi açmazları çözmek amacıyla geçici ve değiştirilebilir ve de beşerî içtihatlar bütünüdür. Yalnızca kurallar değil elbette anlayışlar da birer içtihattır ve de değişkendir. Vahiy ise ilkeler ve prensipler içeren ilahi kılavuzluk ve rehberliktir. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, doğru ile yanlışı, helal ile haramı mutlak anlamda belirleyen bu ilahi vahiydir. İlahî olanla beşerî olanı birbirine karıştırmak, çoğu kere de beşerî olanla yetinerek ilahî olanı ya arkada bırakmak yahut da görmezden gelmek, helallerin belki değil ama haramların çoğalması neticesini doğurmuştur. Bu durum sıradan insanlar nazarında artık rahatlıkla müzik haramdır, kadın sesi haramdır, heykel yapmak haramdır, insan sureti çizmek haramdır, sinema, tiyatro haramdır gibi keskin görüşlerin yaygınlaşmasına sebebiyet vermiştir.
Fransızca müzik, Arapça musiki, bu birbirine eşdeğer kullanılan her iki kelimenin, Eski Yunancadan geçtiği bilinmektedir. Bugün kullanılma şekli nasıl adlandırılırsa adlandırılsın sonuçta müzik olayı elbette Eski Yunan toplumu ile ilintili değildir. Kaldı ki dünyanın bugün elimizde bulunan örnekleriyle en eski toplumları sayılacak olursa orası kadim Yunan değil belki Mısır, Hint, Babil ve benzeri toplumlar ve hatta keşfi yeni zamanlarda yapılmış bulunan Anadolu’nun göbeğindeki Urfa Göbeklitepe anılmalıdır. Bütün kazılar sonrası çıkan buluntularda insanlığın en kadim dönemlerinde de gerek dünyevi hazlar ve gerekse de dinî ritüel ve törenler münasebetiyle müzik olayına başvurduğunu göstermektedir.
Müzik sonuçta bir iletim/iletişim aracıdır. Denilmiştir ki helal ve haramlar araçta değil amaçta aranmalıdır. Öyleyse bizatihi müzik olayı hiçbir şekilde doğrudan haram olarak asla görülemez ve nitelenemez. Gelin görün ki aralarında yaşadığımız toplum bakımından bu yargıyı kolaylıkla hazmedilebilir bulmak zordur. Bu durumu kabullenip göz yummak ödleklerin, korkakların işidir. Biz yolumuza devam ederek bir kısa yazı münasebetiyle düşünelim. Müziğin deyim yerindeyse ham maddesi nedir, diye soralım. Cevap ses olacaktır. Ses, evrensel bir olaydır. Bazılarının dilinde Tanrı sesi olarak yankı bulur. Evrendeki her yaratılmışın kendine mahsus bir sesi olduğunu kim inkâr edebilir? En sessiz yaratıkların bile iyi dinleyiciler bakımından derin bir sessizlik içeren sesi mevcuttur.
Besbelli müzik bir ses olayıdır yani yaratılmış evrendeki bütün varlıklara yüklenmiş bir yetenek, kudretin ta kendisidir. Teneke çatılar üzerine düşen nisan yağmurunun sesini bilenler bilir. Dalgalı denizlerin hışırtısı bazen haşmete dönüşen kudurgan heybeti, kalplere korku salan keskin musikisiyle sonuçta yine bir sesten ibarettir. Uğultulu tepelerdeki rüzgârın sesi ise bir tür konuşmaya benzemez mi? Akan dereler, çağlayan seller, şelalelerden dökülen sular vadilerine, düştükleri kayalıklara, topraklara kim bilir neler söylemektedirler; onları nasıl oyalamaktadırlar dünyanın geçici hayatı esnasında. Yılanların çıkardığı sesi işitmiş olanlar vardır. Kuşları, aslan, kaplan, tilki ve filleri saymaya bile gerek yoktur. Dememiz odur ki her birinin kendine mahsus bir sesi var bir diğer cinse hiç benzemeyen. Onları bu seslerle donatan Allah, insan teklerine ise birbirinden farklı ses yetenekleri yüklemiştir. Müziğin öncüsü ses aslında aynı zamanda insanlığa bir haber getirmiştir, onu kullanmanın yollarını göstermiştir. Değil mi ki Allah elçilerine gönderilen İlahî Vahiy de yazılı birer metin değil; başlangıçta birer ses iletişimi, birer söz/hitap idi.
Son İlahî Vahiy elbette bir beşer kaleminden çıkmış şiir değildir. Ancak onun şiirsel bir sözler yumağı olduğunu gerek okuyan gerekse dinleyen herkes iyi bilmektedir. Bazı sureleri neredeyse Arap şiir vezni Aruzla kurgulanmışçasına ahenkli/müzikal değil midir? Evet, o elbette şiir olmadığı gibi müzik notaları taşıyan güfte de değildir. Besbelli insanoğluna zimmetlenmiş yetenekleri bir kere de sözlerin kurgusu aracılığıyla öğreten bir kılavuzdur.
Anneleri düşünmelidir, dünyanın bütün annelerini hem de yeter ki fıtratlarını bozmamış, vicdanlarının üzerini örtmemiş bulunsunlar. Onlar bebeklerini avuturken, uyuturken, büyütürken onlara ninni söylemezler mi? Ninnilerin tamamında küçük de olsa bir ritim, bir terane, bir tını yok mudur? Oradaki melodi müziğin en hası, en özü ve en vazgeçilmezidir. Buradan ne sonuç çıkmaktadır? Ortalama her insan tekinin kulağına, dünyanın her coğrafyasında düşen ilk ses bir anne melodisidir. Müslüman dünyada ise bir örf vardır; doğan çocuğa isim biçilirken kulağına ezan okunur. Müzikle insanlık işte böyle tanışır.
Müzik, insan dışındaki tabiatta bakir biçimde yalnızca ses olarak tezahür etmektedir. Ses ve nefes olarak insanda da mevcuttur ancak burada durum bütün insanlık fenomenlerinde olduğu gibi ayrıca bir anlam da kazanacak ve ses söz ile bütünleşerek ortaya bambaşka bir olgu çıkacaktır. İşte asıl o zaman hem literal hem de felsefi/estetik anlamda ciddi bir sanat dalı olarak müzik doğacaktır. Tabiatın sesleri müzik sanatına ilham sağlayan birer malzemeye, deyim yerindeyse hammaddeye dönüşecektir.
Sözlerin eşliğinde tezahür eden insan sesleri her ne kadar tarafımızdan müzik olarak adlandırılmış olsa da meseleye daha yakından bakıldığında herhangi bir enstrüman/çalgı aleti yokluğunda müziğin bir yanı eksik kalacaktır. Çünkü insan dışındaki bütün yaratıklar ve nesneler ille de bir şeyin aracı olarak kullanılırlar. Yalnızca insandır ki o bizzat, kendinde amaç taşımaktadır. Tersi her ne kadar çoğunlukla mümkünmüş gibi görülse de normal şartlar altında insan bir amaca araç edilmemelidir. O, bütün evrendeki yaratıkları ve de nesneleri kendi amaçları doğrusunda tüketebilecek, kullanabilecek bir yetenekte ve de yeryüzünde bir halife sıfatı taşımaktadır İlahî Vahyin öğretisine göre.
Sesine uygun üflemeli, telli, vurgulu bir çalgı üreterek onu kendi sesine eşlik eden bir araç halinde kullanan insan artık bir müzik sanatı icracısıdır.
Müzik bir ihtiyaç mıdır? Aliya İzzetbegoviç ne güzel söylemişti: Dolu bir mide, boş bir ruh neye yarar diye. Sanat alanlarına insanın ihtiyacı işte bu argümanla çok gerçekçi biçimde dile getirilmiştir. Müzik ruhun gıdasıdır sözü muhtemelen bu ihtiyacı gören bir dönemin bilgeleri tarafından dile getirilmiş olmalıdır. Nitekim Osmanlı Edirne’yi kısa süreli başşehir olarak kullandığında, orada II. Beyazıd tarafından inşa olunmuş şifahane vardı. Orada ruh ve sinir hastalıklarını tedavi amacıyla müzik icra edilirdi. Ondan da daha önce Mengücekoğulları’nın hâkimiyeti döneminde Selçuklularda Divriği Cami ve şifahanesinde de benzer uygulamalar gerçekleştiriliyordu. Elbette müzik yalnızca kimi hastalıkların tedavisinde kullanılmaya hasredilecek bir sanat olayı değildir. Onun çok daha geniş bir işlevi vardır; sanatlar arasında en önde ve en etkin bir olaydır.
Başka nasıl, ne tür beşeri ihtiyaçlar için müzik düşünülebilir? Söz, elbette müziğin en önemli unsurlarından biridir ancak bazen kelimeler kifayetsiz kalır, bir düşünce yahut duyguyu hem terennüm etmede hem de yatıştırmada. Güney Amerikalı ünlü şair Pablo Neruda; ne yapalım yani bu dünyanın gerçekleri varsa, bizim de hayallerimiz var diyordu. İnsan öylesine karmaşık, çok yönlü ve çok boyutlu bir varlık ki onun hakkında İnsan Bu, Meçhul diyen Alexis Carrel çok haklıdır. Duyuları yanında duyguları ve düşünceleriyle onun her bir tekini anlamak için özel çaba harcamaya ihtiyaç vardır. Çünkü her insan biricik yaratılmış, özgün yeteneklerle donatılmıştır. Kimi müzik yaparken kimi iyi resim çizer. Biri şiir yazarken öteki tiyatroda rol kesmeyi becerir. Bakarsınız daha çocuk yaştayken eline tutuşturduğunuz kamyon oyuncağını anında bütün parçalarıyla sökmüş ve ardından hepsini hiçbir parça geriye artırmadan yerlerine yerleştirmiş. Kim açıklayabilir niçin biri şiir öteki müzik bir başkası resim becerisiyle gelmiştir dünyaya? Bunun aile, eğitim yoluyla gerçekleşmiş örnekleri her ne kadar var bulunsa da bu açıklama yeterli değildir. Çünkü aksi örneklerin sayısı eğitimlilerden çok ama çok fazladır.
Kelimeler tükendiğinde denilmişti müziğe ihtiyaç duyulan bazı ortamlardan söz açıldığında. Anadolu toplumu bakımından sanatın (özelde türküler, şarkılar, müzik) muhtelif alanlarına müracaatın tetikleyicisi temel unsur ve olay nedir? Uzun asırlar boyunca süren fetihler ve de göçler münasebetiyle doğan hasretlerle vuslatlar arasında akıp giden ömürler, hayatlar, dönemler sayılabilir. Buna Pablo Neruda’nın sözünü ettiği hayalleri de katarsanız, yanında türlü rüyalar da ortak kılınırsa işte size şiir için, resim için ve en çok da müzik yapmak için sebepler zinciri. Ümitsizliğin, çaresizliğin, kimsesizliğin, düşkünlüğün, hazzın ve hüznün birer insan gerçeği olduğunu inkâr edenlerin dışında hiç kimse ama hiç kimse müziğin temel beşeri ihtiyaçlardan biri olduğunu görmezden gelemez.
Neşet Ertaş demişti ki bir yerde türkü okuyan birini gördüğünüzde, gidin yanına, yamacına usulca ilişin; türkü okuyandan insana zarar gelmez! Denilebilir ki tekvini birer ayet olarak insan benliğine sanatın/ bu anlamdaki yaratıcılığın bir dalı potansiyel bir kabiliyet olarak yaratılıştan yüklenmiştir. Bu vehbî kabiliyeti insan, kesbî olarak alanında esere, şiire, resme, müzik parçasına dönüştürme sorumluluğu ile de ödevlendirilmiştir. Allah’ın, yarattığı insan tekine yaptığı ilk teklif, kendisini kerametli (İsra suresi: 70) kıldığı alanda çaba göstermesi, eser vermesi, dünya hayatında saadeti yakalayabilmek için yaratıcı gücünü ortaya koymasından başka nedir ki. Dünya ahretin tarlasıdır diyen ataların kastı buydu; çünkü yalnızca ahret saadeti değil, Allah elçileri dünya ve ahret saadetini birlikte dilemişler ve ümmete öğretmişlerdi. Geriye, inanan insanın icrası kalmaktadır. Konumuz müzikse ulvi duyguları okşayan, yatıştıran, süsleyen ve hatta Allah kullarını şeytani iğvalara karşı uyaran güfteler üretmek, besteler yapmaktır.
Rum suresinin 22. ayet-i kerimesi mealen insanların dil ve renklerinin farklı yaratılmış olmasını, tıpkı sema ve arz arasındaki benzersizlik gibi birer ayet diye belirtir. Bunu sanat alanlarına teşmil edersek aynı sonuca varırız. Sanat alanlarının herhangi birini kullanarak hayret ve hayranlık uyandıran beşeri yaratıcılıkların asıl Ustası, Sanatkârı, Yaratıcısı kimdir diye soralım? İnsanı bu kabiliyetlerle donatan Allah’ın buradaki dahli ortaya çıkacaktır. Asla şöyle anlaşılmamalıdır; insan eserleri de Allah’a aittir diye. Hayır! Denilmek istenen odur ki insana yaratıcı kabiliyeti yükleyerek, bu kulun da sanatkârca davranmasını, üretici ve yaratıcı olmasını sağlayan Allah’tır. Nitekim kimi müfessirler Kur’an’daki insanı halife şeklinde tanımlayan ayeti, Allah’ın halifesi anlamında okumaktadırlar. Böyle bilinmese bile insanın yaratıcılığının en azından Allah’ın sözsüz ayetleri olan kâinat ve tabiattaki varlıklardan mülhem olduğu inkâr edilemez. Nitekim tabiattan en fazla ilham alan sanat dalı müzik değil midir? Takva kelimesini mesuliyet şuuru diye Türkçeleştirirken de aslında şunu anlamalıyız. Muttaki insan, Allah’ın kendisi üzerindeki verili kabiliyetleri en iyi, en ustaca ve giriştiği hayırlarda yarış kulvarında en önde bitirme çabası gösteren kişidir.
Daha önce de kısmen değinilmişti, biraz daha açacak olursak; bilinmektedir ki varlıklar dünyası, bizzat kendisi de dâhil bütünüyle insana emanet edilmiştir. Halife demiştik, bunu bir İlahi Vedia, zimmet diye de tanımlayabiliriz. Taha Abdurrahman’ın söylediği gibi insan için bilinmelidir ki dünya bir giriş yeri değil, çıkış yeridir. Ve elindeki bütün mülkiyetler insana Allah tarafından tevdi edilmiş emanetlerdir. Emanet kavramı Kur’an’da (Ahzab suresi: 72-73) işte tam da bu anlamda kullanılmaktadır. Emanet yalnızca dünyanın maddi nimetleri değildir elbette. Hatta insana tevdi edilmiş en kıymetli emanet onun duyuları, duyguları ve düşüncelerinden mürekkep olan, deyim yerindeyse entelektüel ve estetik yönüdür ki o da insanın ahlâkını oluşturacaktır. Ahlâk, bilindiği gibi Arapça haleka kelimesinden türetilmiş ve Türkçede bir modelden hareketle yaratma anlamı vereceğimiz bir kavramdır. İlahi Emanet kavramını yine Kur’an dilinde gördüğümüz, Türkçesi kayra olan lütuf ile eş anlamlı kullanırız. Şimdi cümleyi tamamlayalım: İnsan, Allah’ın lütfu ile davranışlarını yaratma kabiliyetiyle dünyaya en güzel kıvamda (Tin suresi) gönderilmiş bir yaratıktır.
Her insan tekinin mülkünde yaratılıştan mevcut olan bir sanat yahut zanaata, teknik ve fenne doğru yönelen potansiyel, eğer işlevsel kılınmazsa, insan Allah karşısında emanete ihanet etmiş sayılır. Emaneti yerine getirmek hem hikmet hem de adalet kavramlarını da kapsayan son derece geniş çerçeveli bir beşeri sorumluluk ve ödevdir. Zulüm kelimesini bir şeyi olması gereken yerden gayrıya koymaktır şeklinde tanımlayan sözlükler; adalet, hikmet ve emaneti ise bir şeyi yerli yerine koymak şeklinde özetlemektedirler. Bu hususta biraz uzunca bir alıntıyla Taha Abdurrahman’ı Seküler Ahlakın Sefaleti adlı eserinden bize yardıma çağıracağız:
Vedia, yaratıcı ve şahit olan Allah’ın, gereğini yapması için insanı bir işte vekil tayin ederek bu doğrultuda onun uhdesine verdiği şeydir. Yaratıcının gereğini yapmak üzere insanı vekil olarak tayin ettiği her ne varsa bu, onun lehine olarak bahşedilmiş bir takım hakları gerektirdiği gibi onun omuzlarına yüklenmiş bir takım hak ve sorumlulukları da beraberinde getirir. Aynı zamanda insanın kendisine verilen emanet ile ilgili olarak bir takım haklarının olması, bu şeye ilişkin onun omuzlarına yüklenmiş hak ve sorumlulukların yerine getirilmesine bağlıdır.
Alıntıdaki kimi cümle kusurlarına rağmen meram anlaşılmaktadır ki Allah her bir insan tekine bir yaratıcı kabiliyet yüklemiş ve bunun gereğini yapmasını dilemektedir. Müzik, resim, edebiyat, mimari, tiyatro ve türlü zanaatlar elbette sıradan olaylar değildir. Özel, özgün çaba ve kabiliyet ister. Bir mimari şaheserde alelade el işçisi, ortalama bir kalfa ve de usta yanında gerek dış cephe ve gerekse iç mimaride bir de sanatkâra ihtiyaç vardır. Sıradan bir amelenin işi ile iç mimarın ustalığı kıyaslanabilir mi? Müzik icrası önemli bir sanattır ancak insan sesine eşlik eden enstrümanın imali de aynı değerde bir zanaat değil midir?
Sanatın okulu olmaz denilmiştir. En iyisi usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen ve sergilenen halidir. Benim yetiştiğim Harput’ta müzik alanında geniş, zengin bir kültür vardı. Diyebilirim ki benim sanat zevkim hatta şiir sevgim bile Harput musikisinin eseridir. Küçükken kulağıma değen elezberler, hoyratlar, deyişler, şirvanlar ve divanların tınıları bugün bile kalbimi titretmektedir. Ciddi bir kültür ve folklor havzası olan Harput’ta okuma yazma bilmeyen çobanların dağlarda hayvan otlatırken ellerini kulaklarına kapatarak Fuzuli, Rasih, Nevres gibi divan şairlerinin gazellerini okuduklarına tanıklık edersiniz. Bu ağır, ağdalı Osmanlı Türkçesi metinlerin anlamlarını değme edebiyatçılar bile zorlukla çözerken çobanların nasıl olup da becerdiklerini anlayabilmek için Harput Kürsübaşı Sohbetlerinden haberli olmak gerekmekteydi. Bu sohbetlerde tefsir, hadis okunur, masal anlatılır en çok da Harput musikisinden örnekler meşk edilirdi. Uzun kış gecelerinde çobanlar meclise çay, yassılık denilen yemişler, meyveler taşırken kulak verdikleri türküleri orada öğrenir, dağda yalnız başına kaldıklarında da icra ederlerdi. Müzik sanatının dilden dile, kulaktan kulağa akışı böyle gerçekleşirdi. Bir okulu yoktu, onun öğrenimi yaşanan hayatla hafızalara akan bilgiyle kaimdi.
Yaygın Müslüman kültürde müzik, resim gibi sanatlara olan mesafeli ve yasakçı bakış insanları bu işi Kur’an üzerinden kullanmaya sürüklemiştir. Ne yazık ki bugün hâlâ Ramazan aylarında hem de devlet televizyonlarında teganniye, bir tür müziğe alet ederek Kuran okuma yarışmalarına dönüştürülmüştür. Müziği bir sanat olarak icra etmeyi yasaklayan zihniyet sahipleri, Allah’ın yaşayanlara mesajı olan bu İlahî Hitabı araya sokarak yine icra etmekte ancak bu sefer Allah’ın muradını unutturma, müziğin arkasına gizleme gibi vahim bir sonuca kapı aralamaktadırlar. Resim için de durum aynıdır. Suret çizmek haram sayıldığı için insanlar Arapça harfler ve kelimeleri kullanarak yahut bir tür soyutlama sayılan minyatürlere başvurarak yeteneklerini sergilemeye başlamışlardır. Buradan da cifr ilmi gibi gayba taş atan alanlar açılmış, sihir ve büyüye cevaz aranmış hatta bulunmuştur da. Hurufilik adıyla gizemli, karanlık harf ve rakamlarla gaipten haberler uyduran türlü tarikatlar türemiştir. Eğer resim ve müziğin tabii akışı sürdürülebilseydi her şey daha yerli yerinde olacaktı. Hâlbuki sanatın hiçbir dalına dair İlahî bir haram mevcut değildir.
Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye’de benim de tanıklık ettiğim dönemlerde sağ-sol, İslamcı-Sosyalist, milliyetçi-muhafazakâr benzeri çatışmalar kızışmıştı. Müslümanlık iddiasındaki insanlar karşısında daha da özgürlükçü görünen özellikle sol çevreler, dâvalarını savunmak amacıyla tiyatro, müzik, sinema gibi alanları kullanarak bir hayli mevzi kapmışlardı yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu söylenen bu toplumda. Epeyce başarılı da olmuşlardı. Müslümanlık iddiasındaki çevrelerin elleri kolları uydurma yasaklarla bağlı olmasına, ortaya yeni bir içtihat koyan ilim insanları, rehberler de bulunmamasına rağmen, onlar da usuldan usuldan aynı araçları kullanmaya başlamışlardı. Basit ve ucuz hidayet romanları yanında, arabesk müzik kopyası, adına ilahi denilen aslı beşeri olan kimi parçaları önceleri def dümbelek, ardından gitar vb. kullanarak icraya başlamışlardı. Tiyatro derseniz o da bir felaket kopya idi tıpkı sinemada olduğu gibi. Aslında usta işi tiyatro eserleri vardı Necip Fazıl’ın ama bunu da en iyi yine karşı cephe sahneleyebilirdi.
Bu kopyalamanın işe yaramadığı kısmen anlaşılmış olmalıdır. Ama bizce asıl anlaşılması lazım gelen husus, sanatın herhangi bir dalına dair İlahi bir yasaklamanın olmadığı yönündeki öğretinin yaygınlaştırılmasıdır. Zira bir yandan kalbinde sanat yapmaya dair haram endişesi taşırken öte yandan aynı sanatın bir türünü icraya kalkışmak, ikiyüzlülük, riyakârlık sayılacaktır. Şurası asla unutulmamalıdır ki Allah en büyük, eşsiz, benzersiz, bütün eserlerini hiçbir modele ihtiyaç duymaksızın yaratandır. İnsan ise O’nun eserine bakarak, onun eserlerinden model alarak yaratıcı bir kabiliyet sahibidir. Ve bu kabiliyetini bizzat Allah, esere, ürüne çevirmesini murat etmektedir. Sanatın mesajı ve misyonu bütün öteki alanlardan daha keskin, daha hızlı ve daha etkindir. Zira insanoğlu düşünmekten daha çok duygularıyla hareket ettiğinden, onu duygularından yakalayacak en kestirme yol da sanattır. Bu sebeple sanat bir kabiliyet olmak yanında bir zarurettir de. Allah’ın bütün eserleri sanatkâranedir, kullarından da davranışlarında aynı tutumu beklemektedir.
Adolf Hitler’in Kavgam kitabında müzik bir gürültüdür dediği rivayet olunur. Onun gibi hasta ruhlu yaratıklar, kalbi katılaşmış, vicdan ve insaftan nasibini almamış kimseler, insanlıktan çıkmışlardır. İnsanlıkta kalmanın yolu sakarca değil sanatkârca yaşamaya talip olmaktan geçer. Onlar, insanlık basamaklarında ilerlemeye talip olanlar, ya bizzat icracı yahut sağlam birer seyirci ve de dinleyicidirler. Sanatın yaratıcısı kadar tüketicisine de ciddi ihtiyaç vardır. Deyim yerindeyse sanatın düzenli, daimi ve ısrarlı müşterisi de en az sanatçı kadar kıymetlidir. Bir teoloji profesörü günün birinde bana uğramış, masamdaki şiir kitabını görünce gayriihtiyari; ben kırk yıldan bu yana hiç şiir okumuyorum, demişti. Onun adına içim ezilmişti. Sanattan uzak yaratıkların akıbeti Adolf Hitler makamında bulunmaktan gayrı neresidir?