Röportaj: Haluk Polat
Çoğumuz için bir kıta değil de bir ülke sandığı, medyanın yüklediği ajitatif simgesel anlamdan başka bir anlamı olmayan ve çoğunlukla ‘sömürge’liği hatırlatan ‘kara kıta’ Afrika’yı konuşmak istiyoruz. Afrika’yı konuşmak istiyoruz çünkü Afrika’nın acılı tarihinden bile bihaber iken orada bir canlılığın olduğunu ve oradaki insanların dünyanın geri kalanından daha az konuşulmaya değer olmadığını düşünüyoruz. Kolonyal sürecin açtığı yaraları saramadan post kolonyal süreç ile maddi sömürünün artık daha güçlü ve karşı konulamaz manevi sömürürü ile pekiştiği bir dönemde Afrika’yı anlamaya çalışmak bizce artık çok daha değerli. Zira gelecekte dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşaması ve küresel bir belirleyen/güç olması öngörülen Afrika’da yaşanan ve yaşanıla gelen trajedi her ne kadar umursamasa da dünyayı aynı zamanda farklı bir yönden de etkileyecek. Kolonyal zulmün ardından başlayan post kolonyal zulmün Afrika’yı öncekinden çok daha farklı bir yer haline getirdiği kesin. Ancak bu dönüşümün müspet manada olduğu veya olacağı bizce pek gerçekçi değil. Yaklaşık altı yüzyıldır her türlü vahşeti göğüsleyen; dilini, dinini, tarihini, benliğini ve hatta insanlığını kaybeden Afrika’yı Afrika üzerine yaptığı çalışmalarla da bilinen öykücü Ahmet Sait Akçay ile konuştuk.
Sömürgecilik ve Afrika; sanki özdeşleşmiş iki kavram gibi. İlk olarak Güney Afrika ve Kenya’da kaldığınız dönemlerde gözlemlerinizden yola çıkarak sömürgeci/sömürülen ilişkisi nasıl bir kimlik oluşturmuş, kısaca ona değinir misiniz?
Şimdi şunu belirterek başlayayım, Afrika sömürgecilikten kurtulalı yarım asırdan fazla bir süre geçmiş durumda. Ancak bu şu da demek değildir: Afrika tam özgür bir kıtadır, diyemeyiz. Sömürgeciliğin ürettiği söylem, kurduğu mekanizmalar hâlâ bilgi sisteminde mevcuttur. Yani belleklerden silinse de sömürgeci simalar, kurumsal olarak var, etkin olduklarını söylemek mümkün. Sömürgeciliğin tahribatının gücü yeni yeni fark ediliyor. Koca bir kıtanın tarihsizleştirilmesi üzerine kurulmuş kolonyal bir iktidar sisteminden bahsediyoruz. Bugün Afrika’daki üniversitelerin hemen hepsinde hâlâ Batı kanonik edebiyatı öğretilir. Üniversitelerde bilimsel kaynakların dayanağı Batı’dır. Afrikalıların “Afrikalılık” tanımına giren bilim adamları ve yazarlarına hâlâ ders kitaplarında pek yer verilmez. Afrika’da bile büyük kitabevlerine girdiğinizde Afrika edebiyatına, tarihine dair kitaplar küçük bir rafta ücra bir köşede yer almaktadır. Afrika’yı değer olarak gören bilgi sistemi, bilimsel mekanizma henüz kurulmuş değil. Global kültür, ötekileştirdiği yerli kültürün birikimini “geleneksel” diyerek yeniden üretirken sahipleniyor, tecrübeyi çalıyor, bunu yaparken yerli olanı kalkındırmıyor ne yazık ki.
Büyük bir kıtayken Afrika, bugün ne yazık ki görsel medyanın oluşturduğu kurgusal imajlarla hafızalarda yer alıyor. Bu kimin, ne işine yarar? Sizce Afrika’yı en iyi hangi tanım ve nasıl bir çerçeve daha doğru anlatır?
Afrika en başından beri insani bir değeri olmayan bir kartpostaldı Batı için. 1880’lere kadar Afrika’nın içlerinde neler oluyor, merak edilip de keşfedilmemiş ne yazık ki. Çünkü köle ve maden ticareti sahillerden hallediliyordu. Dolayısıyla insansız bir Afrika Batı için en güzeliydi. Ki Batılı seyyahların eserlerinde, sömürgeci romanlarda bu çok belirgindir. Görsel medyanın yarattığı imge, aslında gerçekten daha gerçekmiş izlenimini verir. Bu elbette ki Avrupa-merkezci bakışın ürünüdür, Afrika bugün zengindir, hep de öyleydi ama yoksul ve aç olarak reklam edilir. Öyle bir durum yoktur; Afrika’nın bir yönetim krizi vardır. Şunu söyleyeyim daha netleştirmek için: Sömürgecilik dünya tarihinde güçlü bürokrasiler oluşturmuş bir sistemdir; Bürokratik zayıflık ve yönetme zaafı/yetersizliği ekonomik sorunlar doğurur elbette. Bunlar da işsizliği körükler, güvenlik sorunu ortaya çıkar ve en nihayetinde suç oranları zirveyi bulur.
Kimlik karşıtlıklardan ortaya çıkar. Afrika kendi ‘ben’ini nasıl fark etti?
Şimdi Afrika kendini fark ettiğinde iş işten çoktan geçmişti. Portekizlilerin Afrika’yı keşfetmesinden sonraki üç yüzyıl boyunca on milyon Afrikalı siyahın, ayakta sığırlar, ya da kafeste tavuklar gibi ihraç edildiği düşünülüyor. Bu, Avrupalıların kayıtlarında yer alan en büyük ve tabiî en korkunç göç idi. Bunu Thomas Pakenham, yakında Türkçede çıkacak Afrika’nın Paylaşımı kitabında söyler. Bu travmayı anlatacak hiçbir ifade yoktur. Kenyalı meşhur romancı Ngugi, üç yüz yıl boyunca alınıp satılırken ölen binlerce kölenin yasının hâlâ tutulmadığını söyler.
Kimlik oluşumu zıtlıklardan oluşur, amenna, ancak bu hiç de kolay bir süreç olmadı. Ben ve öteki arasındaki ilişki çok problematik oldu bence. Kuzey Afrika’da ve Frankofon bölgelerde çok belirgin biçimde ben ötekisini kurarken, Anglofon bölgelerde daha farklı gelişmiştir. Birincisinde siyasi kimlik öne çıkarken, sonuncusunda daha kültürel bir yapı var olmuştur.
Negritude denilen siyahi bilinç hareketi tam da Afrikalılık kimliğine odaklanmış bir oluşumdur. 1930’larda Portekiz ve Fransa’da okuyan siyah entelektüellerin Amerika’daki Harlem Siyasi Hareketi’nin de etkisiyle başlattığı ve Afrika ve Afrikalılığı yeniden bir değer olarak ürettiği bir bilinçlenme, anti-kolonyal bir çıkıştır. Afrika’ya ve siyah kadına adeta bir kutsiyet atfedilerek ontolojik bir anlam yüklenir burada.
Hâlâ atlatılamadığını, etkisinden kurtulamadığını düşündüğünüz kimlik parçalanmaları nelerdir?
Genellemelerden kaçınarak şunu söyleyebilirim: Beyaz adamın yüzyıllar boyunca emirlerini yerine getiren bir toplum kolay kolay üst-alt ilişkisinden kurtulmaz. Beyaz adamın “sir/efendi” olması bir sorunsal olarak vardır, pratikte çok karşılığı olmasa da zihinlerde vardır. Bir lokantaya gidin, izleyin: Garsona masanın temizlenmesi gerektiğini söyler patron. Masanın tam ortasında bir bardak varsa o siyah garson bardağın etrafını temizler, bardağı kaldırmaz yerinden. Çünkü o denileni yapar, azar yemekten korkar. Ancak yine de azar işitecektir beyaz patronundan, çünkü bardağın altını temizlememiştir. Çok basittir aslında mesele. Her türlü hesabı kitabı yapan garsonun bardağı kaldırıp da tüm masayı temizlemek neden aklına gelmez. Garsonu suçlayarak bundan kurtulamayız bence.
Beyaz/siyah ayrımı sürüyor mu, hangi boyutta?
Bence insanlık varoldukça ırkçılık var olacaktır. Ve her yerde de vardır, adı değişebilir sadece. Güney Afrika bağlamında konuştuğumuzda anayasal olarak ırkçılık suçtur, ancak zihinlerde bunun yer almadığını söylemek güçtür. Beyazlar, melezlerden üstün, melezler siyahlardan üstün. Siyah olmak Apartheid döneminde suçlu olmak gibi bir şeydi. Sınırlı bölgelerde hareket edebilen bir kitleyi düşünün, plaja giremeyen, kamusal tuvaletleri kullanamayan, tamamıyla tecrit edilmiş bir güruh olarak yaşadılar çünkü 1990’lara kadar. Bunun da çabucak bertaraf edilmesi güçtür. Koca bir toprak meselesi var, madenler beyazlar tarafından işletiliyor. Bu konuda bir uzlaşmadan bahsediliyor ancak adım atmak çok cesaret gerektirir iktidar için de. Milyonlarca siyahın teneke evlerde yaşadığını düşünün. Bu kadar uç yaşamların olduğu bir ülkede nasıl bir denge kurulabilir. Dediğim gibi eşitsizlikler olduğu sürece ırkçılık devam edecektir.
Achille Mbembi, tembellik ve miskinlik üzerinden yola çıkarak sömürgeci söylemin popüler unsurlarından bahseder: “Sömürgeci, suçlama yaparak sömürge insanını tembel olarak kurumsallaştırır. Tembelliğin sömürgeleştirilmişlerin doğasında kurumsallaşmış olduğuna karar verir.” Afrika’ya gıda ve benzeri yardım yapılmasına karşın sizce asıl sorun nerede saklıdır?
Afrika’ya her yıl milyonlarca dolarlık yardım yapılıyor, ancak bunların yerine ulaştığını söylemek güç. Çünkü Afrika hep yoksul kalmak zorundadır. Yoksa yardımların hiçbir işlevi yoktur, politiktir. Yardımların kim tarafından, kimlere yapıldığına bakın, zaten anlaşılacaktır. Yardım etmek varolanı sürdürmektir. Afrika her zaman üzerine politika yapılan olmuştur. Afrika’yı, kaynaklarını yönetmek amaç olmuştur. Afrika’nın miskinleştirilmesi cevval olarak anılmasından kat kat iyidir, ötekilerin gözünde.
Afrika’nın sömürgecilik anlamında yaşadığı evreler nelerdir?
Sömürgecilik Afrika’ya 1500’lü yıllarda girdi. Daha çok kıyı bölgeleri işgal edildi önceleri. 1880’lere kadar Afrika içlerinde ne var, merak konusu bile olmadı. Esas anlamda 1880’lerden 1950-60’lara kadar devam eden sömürgeci yönetimler var oldu. Ancak 1930’lardan itibaren de anti-kolonyalist hareketler başladı. Bağımsızlık sonrasında post-kolonyal dönemlerden bahsetme imkânımız var.
Afrika’da misyonerlikle sömürgecilik hangi doğrultularda ilerlemiştir?
Misyonerlik hareketi halka ulaşmayı amaçlayan, onlara Hristiyanlık öğretisini götüren bir harekettir. Bir anlamda medenileşme prosedürü olarak din yerli halkı kendi inancından kopararak “medeni” olması için elinden geleni yapmıştır. İlk bakışta masum görülse de hiç masumca değildir. Misyonerlerin yerli halka katkısı okuma-yazma alanında olmuştur. Bu sayede siyahlar kendi yerel dillerinde şiirler, söyleyişler, hikâyeler yazmışlardır. Kutsal Kitabı kendi dillerinde okuduklarında okuma ve yazmaya da vâkıf oluyorlardı. Şunu söylemeliyim: Hristiyanlık hiçbir zaman yerel dinleri tolere etmedi, pagan olarak gördü Afrikalı yerlileri. Kolonyalizm, dini de bir payanda olarak gören vahşi bir sistemdir.
Gramsci’nin ilk defa kullandığı “subaltern” kavramını, Spivak’ın kullanımıyla düşünürsek, Afrikalı sabultern konuşabilir mi ya da konuşmasının imkânları nelerdir?
Çok kapsamlı bir soru, farklı farklı sabulternler mevcut. Ben sadece Güney Afrika’da Cape Town özelinde birkaç kelam etmek isterim. Sömürgecilik bazı tarihleri silmiştir, bellekler yok edilmiştir. Nizama uymayan gelenekler yok edilmiştir. Tarihsiz yaşamak, bir kader gibidir, iki kuşak ötesinde kaybolmak. Sömürgeciliğin en büyük tahrifatı şüphesiz insanların geçmişlerini silmesidir, Güney Afrika özelinde söylüyorum bunu.
Afrika’nın az gelişmişliğini köle ticaretiyle açıklamak mümkün müdür?
Kara Kıta’nın tüm işgücünün başka kıtalarda hizmet görmesi, elbette hem moral hem de ekonomik olarak bir çöküntü yaratmıştır denebilir. Kölelik dünya kapitalizmine bir şekilde katkıda bulunmuştur. Kıta hiçbir zaman insani unsurlarla özdeşleşmedi ki. Afrikalılar vahşi ve hayvan/canavarlarla özdeşleşmiştir, yamyamlar olarak anıldı yakın zamana kadar. Köle ticareti ekonomik anlamda çok yararlı olmayınca hammadde ve pazar arayışına giren sömürgeciler Berlin Anlaşması’yla Afrika’nın Paylaşımını gerçekleştirdiler.
Hece Dergisi Afrika Özel Sayısı ile amaçladığınıza ulaştınız mı?
Dergi, Afrika’yı, ilk kez Afrikalıların sesini duyurmaya çalışan, Türk akademisinde, okur kamusunda etkili olacak çalışmaları gün yüzüne çıkaran birikimler toplamıydı. Bence öne sürdüğümüz paradigma Türkiye’deki Afrika çalışmalarının seyrini değiştirecektir. Zira seçilen metinler, özenli çevirileriyle, Afrika literatürünün olmazsa olmazları niteliğindedir. Amacımıza ulaşmak diye bir hedef yok, derginin dolaşıma girmesiyle birlikte bir hareketlilik söz konusu gibi.