Kesin bende bir tuhaflık var, bundan eminim. Bir şeyleri yanlış anlıyor, yapayanlış değerlendiriyor olmalıyım. Yoksa insanlık tarihinin baştan aşağı çarpık bir gelişimini; tüm kurumlarının insanlığa rağmen karakter kazandıklarını kabullenmemiz gerekir ki bu pek mümkün gözükmüyor. Adalet kurumunun adalet dağıtmadığını, iletişim kurumunun daha fazla anlaşmazlığı garanti edecek şekilde karmaşıklaştığını, siyaset kurumunun insanların sefaletini temin etmek üzere semirdiğini, eğitim kurumunun cehaleti organize ettiğini, sağlık kurumunun zehir dağıtımı için müşteri profilini geliştirdiğini, din kurumunun, kutsalla ilişki kurulma yollarını tertemiz tutmayı bırakıp gelen geçeni yoldan aşağıya yuvarladığını ancak benim gibi bir aklı evvel iddia eder. Geleneksel ailenin huzur dağıttığına, bütün üyelerinin selametini gözettiğine, modern ailenin özgürlükten hareketle iradeyi esas aldığına, iş dünyasının insanların geçimi ve mutluluğu için seferber olduğuna inanmadığımı da söyleyeyim, tefe koyun beni öyle değil mi? Söylemeyeceğim elbette. Peki ama inandığımı söylemezsem nasıl dürüst kalacağım?
Dürüst olmak ya da olmamak tarihin en meşhur tiradından hemen sonra gelmeli. Hâlâ işin içinden çıkabilmiş değiliz. Tarihin en büyük bilgelerinden biri belki de birincisi; “savaş hiledir” dedi diye, her şeyi savaşa, her yeri savaş alanına çevirdik ve her zaman hileye başvurduk. O söz öyle mi anlaşılmalıydı? Çocuklar için yazılan felsefe kitaplarında pembe yalana-beyaz yalana bir başlık açılıyor ve o başlık kolay kolay kapanmıyor. Alt düğmeyi yanlış ilikleme şampiyonu insanlığa, eser miktar beyaz yalan dediniz mi, eseri yalanla mayalar ve iş işten geçmiş olur. Çocukluğumdan beri başımı az ağrıtmadı bu “sevimli yalanlar”. Doğruyu her yerde söyleme diye frenlendim önce, sonra baktım ki doğruyu söyleyecek yer yokmuş meğer. Tüm tabelalarda aradım “Doğru Muhipleri Cemiyeti”ni, bulamadım. Gerilimi yaşam tarzı haline getirdim mecburen. Şimdi bir şey olacak, doğru söyleyeceğim ve her şey altüst olacak. Darbı meseller, menkıbeler, anekdotlar, masallar yardımcı olmadı gerilimi dindirmeye. Doğusu batısı, orası burası kalmamıştı artık. Kocaman bir yalanımız olmuştu. Adına gâh hukuk, gâh siyaset, gâh iletişim demiştik. Varlığımıza toslamıştık, hakikati üzmüştük.
Özel bir durumu, özel bir çocukla aktarmayı tercih ediyor yazar Mark Haddon. Yaklaşık yirmi yıl önce yazılan, bir yığın ödül alan, tiyatroya uyarlanan, birçok dile çevrilen ve çocuk edebiyatı kümesinde eğleşenlerin neredeyse tamamını tatmin eden kitabı “Süper İyi Günler”de. Kitap, kendi zenginliğini, içlerinden birini seçemediği bir yığın ismiyle de tescilliyor.
Christopher Boone, yalan “söyleyemeyen” bir çocuk, muhteşem beyninde yüzlerce asal sayı cirit atıyor. Ülkeleri, başkentlerini, fizikle, matematikle, biyolojiyle ilgili bir yığın şeyi hataya mahal vermeksizin biliyor. Zihni makine gibi çalışıyor. Detayları, ilişkiler yumağını karıştırmaksızın sayıp döküyor. Zamanın ve mekânın fotoğrafını çekiyor ve yeri geldiğinde eski sandukadan çıkarıp çıkarıp kullanıyor. “Ne mükemmel bir ço…” durun hayır, acele etmeyin! İsa Mesih’i taşımak anlamındaki cilalı ismi ve bildiği onca şeye karşın duygusal açıdan istikrarsız bir çocuk. Sarılamayacağınız, öyle bol kepçe yemek doldurup yemesini umamayacağınız, yanında, insani kaostan bir kuble olsun terennüm edemeyeceğiniz, sarıyı, kahverengiyi sevmeyen, kırmızıya saplantı derecesinde sevdalı bir çocuk o. Sarılmaya kalksanız yüzünüze yumruğu yiyeceğiniz, sesiniz az yüksek çıksa köşeye büzüşüp kulaklarını tıkayıp inlemeye, ulumaya başlayacak bir çocuk. Nerede kalmıştık; “evet mükemmel bir çocuk!”
Dünya mükemmel değil ama anne-baba mükemmel değil, komşular mükemmel değil, İngiliz taşrası mükemmel değil ve bir zamanlar “üzerinde güneş batmayan” Britanya’nın başkenti; a) Bombay b) Bağdat c) Pekin d) Londra da mükemmel değil. Masumiyetine ve pırıl pırıl doğasına rağmen üzerine tırmık saplanmış ölü köpek Wellington mükemmel oysa. Kitapta bir an olsun canlı göremediğimiz zavallı hayvan!
Annesiyle başlamıyor, babasıyla başlamıyor, âşık olduğu kızla, özlediği dedesiyle ninesiyle başlamıyor Christopher anlatmaya, gece yarısını yedi dakika geçe komşusu Bayan Shears’ın çimenleri üzerinde koşarmış gibi gördüğü ama aslında üzerine saplanmış tırmıkla yerde boylu boyunca ölü halde uzanan Wellington ile başlıyor “kitabına”.
Sokaklarını ezberden çizdiği, hangi evde kimin oturduğunu, ne yaptığını, kimin komşusu olduğunu yekten söyleyebildiği muhitte dedektifliğe kalkışmak Christopher için işten değil.
Bakalım denklemi çözebilecek miyiz: Dedektifler kurnaz olur, Christopher basit örtbaslar bile yapamayacak doğrulukta bir çocuk; dedektifler yem atar, Christopher yığınla ayrıntı içeren yüzlerce resim çekip depolayabildiği halde insan zihninin karmaşık sularında yüzecek “yiğit” değil ve dedektifler destek alır, hayranı olduğu Şerlok Holms’ün bile ekürisi Doktor Watson vardı oysa Christopher babasından bile destek görmüyor, dahası bu dosyayı kapatması için babasınca köstekleniyor.
Yazar, Christopher’la iç içe geçip birinci kişi anlatısı şeklinde yürütüyor kitabı hatta kitap, nesne ve varlık olarak “Christopher’ın Kitabı”. Dahi, otizmli ve düz bir zihin nasıl anlatırsa öyle anlatılıyor. Ayrıntılara hiç çıkılmayacakmışçasına giriliyor. Diyaloglar akışkanlıktan uzak, raporlama havasında sürüyor. Masallarda bile, uzunca anlatılanların yanında eksiltilen, kesilen, sıçranan, ima edilen kısımlar vardır. Süper İyi Günler bu yönüyle modern romanlara ve masallara benzemiyor. Zihin evreninin bağıntıları ve fonksiyonlarından çıkmaksızın Swindon-Londra arasında mekik dokuyoruz, çokça Swindon taşra, azıcık Londra metropol. Çerçeveleyen zihin okurun işini kolaylaştırıyor. Komşuları tanıyoruz, çevreyi tanıyoruz, sınıfı, okulu, okuldaki çocukları ve kimi öğretmeni tanıyoruz. Londra metrosunun işleyiş şekline, civardaki tabelalardan hareketle reklam metinlerine aşina hale geliyoruz. İstasyonları, ray üzerindeki titreşim ve uğultuyla takip edip yaklaşma uzaklaşma hissini yaşıyoruz. Kimin ne okuduğunu zerre atlamayan kahramanımız sayesinde popüler literatüre dair ipuçları elde ediyoruz. Öte yandan Christopher’ın yorulan zihni bize de yansıyor, bin bir detayla dolu tabela anlamsız işaretler topağına dönüşüyor, metropol kaosuna uyum sağlayamadığından, şehir, sokaklar, kişiler üzerimize geliyor. Onun yaşadığı sıkışmayı biz de yaşıyoruz. Dış dünya acemisi çocuk, başlarda düzen ve güvenlik getiren polis algısına sahipken, babasının telafi edilmesi güç hatası sonrası, annesine kaçtığı yolculukta polisi de kendi belirsiz dünyasına daha büyük belirsizlik getirecek tehdit eksenine yerleştiriyor.
Posta damgalarından metro planlarına, asal sayı tablolarından denklemlere, şemalara, desenlere, planlara, tren tarifelerine varıncaya kadar metni güçlendiren görsel bindirmelerle ilerliyor kitap. Değil mi ki Christopher dünyayı böyle görüyor, okur da onun gözüne giriyor.
Yalan söyleyemeyen, espri yapamayan, hemen herkese karşı görece yabancılık hissi taşıyan çocuğun -on beş yaşında olduğunu hatırlatayım- bile isteye dertleştiği öğretmeni Siobhan ve karşıdan gelen tatlı zorlamayla dertleşmek zorunda kaldığı, Ivor adlı tatlı köpeğiyle yaşayan komşusu Bayan Alexander, kitaba büyük dönemeçler yaşatmayışlarıyla doğal ve güçlü karakterler. Özellikle Siobhan ile hemen her şeyi konuştukları halde Christopher yola çıkarken, yoldayken ya da döndükten sonra varlığını mühürlemiş yalnızlıktan çıkmıyor, çıkamıyor. Kitaba, çarpıcı karakterlerin olağanüstü etkiye sahip olmayışları açısından post-modern çocuk edebiyatı örneği demekte sakınca yok.
Metafizik yok sayma ya da yadsıma diye bir şey var ki; üstü tam olarak örtülmeyen ama göstere göstere rol de çalmayan bu yönseme, Christopher’ınki gibi birinin zihnini dürüstçe yansıtmayı mı, yoksa günümüzün vasat bireyinin kutsalı ötelemesini mi içeriyor karar vermek zor. Şerlok hayranı, öte yandan Arthur Conan Doyle’a tepkili olmasını, yazarının spritüal akımlara kapılmasıyla açıklıyor. Cottingley Perileri Olayı’na, yan anlatı kontenjanını ayırıyor. Burada da bir fotoğraftan hareketle perilerin varlığı hakkında uzunca oyalanan kamuoyunu küçümsüyor. Occam’ın usturasıyla bu tür psişik, spritüal hatta metafizik fenomenleri tıraş ediyor. Hayaletlerin varlığıyla ilgili durumun gün gelip bilimsel çerçeveye oturacağına inanıyor. Ölümden sonraki hayata inanmayı, ölüme duyulan büyük hoşnutsuzlukla tipik bir şekilde savuşturmaya kalkıyor. Tümevarımcı ve somut verilerle işleyen zihninin Tanrı fikrine geçit vermemesi ise okuru şaşırtmıyor.
Okumaya yeltenecekleri kitabın inceliklerinden mahrum etmemek adına ima ederek aktardığım birçok şey var. Dosdoğru üzerinde durmakta sakınca görmediğim son nokta ise ailenin ‘ne’liği ve zamanla dönüşümü. Çocuk edebiyatının iyi örneklerinin hemen hemen tamamında aileye eleştirel bir yaklaşım var. Yıkıcı değil yapıcı bir eleştiri. Çocuğun içine doğduğu kuruma mahkûm olmadığı dile getiriliyor. Yıpranma, çürüme, savrulma; yaratıcı, iyileştirici yönünü yitirme vurgulanıyor. Anne-baba ya da anne ve babadan herhangi biri çocuğa destek olup sorunlarla sağlıklı bir şekilde yüzleşmesi sağlanıyor. Yüz yıla yakındır boşanma evlilikle rekabet etse ve boşanma daha sık bir şekilde “normalleştirilse” de, en anlayışlı anne-baba ayrılıklarında bile çocuğun yaşadığı büyük sarsıntının önü alınamıyor. Hakikat söyleminden hızla uzaklaşan akıllı insanların bu sorunu çözebileceklerine dair hiçbir belirti yok. Kültürün olağan akışının yıkıcı olduğunu kabullenmemiz ve her mahallede, sitede, şehirde varlığını çocuklara ve insanlığa adamış süper kahramanlara inanmamız bekleniyor. Marx’ın cenneti yadsıyıp cennet tarif etmesi gibi, belirtisi olmayan muhayyel kurumlarla sancımız hafifleyecek güya.
Christopher şimdilik iyi. Ya da kitap onu sonsuzca sıkıntılı anında değil de iyi hissettiği sınırlı anlardan birinde çözdüğü denklemlerin hemen sonrasında fotoğraflamayı yeğliyor. Umut okurun ekmeği.