Çağların da insanlar gibi alacakları olsa, yenmiş haklarını gündeme getirme fırsatları olsa, davacıların ilki orta çağ olurdu herhalde. İnsanın cetvelle zamanı orasından burasından çizip bölme küstahlığı yetmiyormuş gibi, buna anlam ve norm yüklemesi, dahası, ötelediği iyilik-kötülük değerlerini çağlara yapıştırıp bir de utanmadan marifetini beğenmesi akıl alır gibi değil. Kurgu tel tel dökülüyor aslında ama o kadar sık ve yaygın bir şekilde tekrar ediliyor ki, hipnotik etkisiyle amentü haline geliyor. Rönesans-antik çağ kardeşliği ve orta çağ’ın kalleşliği. Ben de yirmili yaşlarımdan otuzlarıma uzandığım dönemde okuduğum metinlerde hayretler içerisinde deneyimlemiştim dönen dolapları, çevrilen fırıldakları. E hani on yedinci yüzyılda engisizyon tıkır tıkır işliyor, on sekizinci yüzyılda cadı davaları devam ediyor, on dokuzuncu yüzyılda cinciler üfürükçüler cirit atıyor? Ya hu nerede akıl çağı, saf bilimsellik, doğanın şaşmaz ilkeleri? Ninemin masalları hem eğlenceli hem de hikmetliydi. Tiranların palavralarıysa ne eğlenceli ne de hikmetli.
Tarihin cilvesi bu ya, “sömürgeleştiremediklerimizden misiniz?” sorusunu sıkça soran yüzen Hollandalıların torunlarından Tonke Dragt Hanımefendiye düşmüş Orta çağ’ın hakşinasça savunulması. Endonezya’da, zamanın doğu Hint adalarında doğup, ikinci paylaşım savaşında Japon kampında çocukluğun orta çağ’ını yaşayan Dragt, yazmanın büyüsüne daha o zamanlar kapılmış. “Anakara” Hollanda’ya döndüğündeyse adımlarını daha bir kararlıkla atarak görsel sanatlar terbiyesinden geçip hikâyelerini anlatmaya hız vermiş.
Krala Mektup gibi hacim ve içerik açısından dev kitabını, hayatının renkli patikalarından esinlenip dünyaya çevrili cin gözleri ve keskin zekâsıyla yazmaya koyulmuş.
Eski kitaptan alındığı söylenen parça, epigraf işleviyle okuru uyarıyor. Hemen sonraki sayfalarda, bir şapelde, şövalyelik öncesi son sınavıyla yüzleşen Tiuri ve arkadaşlarının orucuna, sükutuna, sadakatine dalmadan önce odaklanma fırsatı sunuyor. Kitap boyunca sürecek sarsılma ve hayranlığım ilk satırlarda başlıyor. Aynı şekilde soracağım yüzlerce soru, kendime, zamanıma, çevremdeki insanlara, orada buradaki toplumlara savuracağım silleler de… Adanmışlık ile projelendirme arasındaki gerilim; kitaba sinen ruhla günümüzün eprimiş anlam dünyasını, okur adayı ile okuyan kişinin geçeceği yolları, atlatacağı badireleri imliyor.
Tiuri önce şövalye olmayı seçiyor, sonra söz ve yemekten vazgeçiyor, en sonunda iç hesaplaşmasına takılan çengelin açtığı yarığı takip edip yollara düşüyor. Şövalyeliğe beş kala, yaşlı bir adamın sözüne söz katıp sözünü çiğniyor. On altı yaşlarında biri için dünya yıkıp dünya kurmak nasıl bir şey? Tanımadığı bir insanın sözünden başka güvencesinin olmaması, düşük yaşama ihtimali bulunan yolculuğa çıkıp, şanı cihanı sarmış şövalyenin aşamadığı eşiği aşıp bir mektubu ömründe görmediği toprakların kralına ulaştırma mecburiyeti ne ağır bir yük! Dünyanın kaderi benim elimde, dünyamın kaderi benim elimde. Bir harf değişimiyle yankılanan, hakikatin iki yüzü. Bir insan ne olursa olsun kendi yapacağından fazlasını yapabilir mi? Bir insan, bütün dünyanın yükünü üstlenebilir mi? Savaşları engelleyebilir mi, adaleti sağlayabilir mi? Barışı sağlamlaştırabilir mi? Her şey senin elinde. İlk bakışta çok büyük gözüken bu söz, bu yargı, bu beklenti, kendisiyle yüzleşenler için olanın tescilinden başka nedir ki? İnanmak, adanmak ve eylemek! İnsanı büyüttükçe büyüten, kirlenmeye karşı koruyan, kendi kibrine esir etmeyen, diğerkâmlık mayalayan böylesi bir formül. Yalnız çıkmaya adandığı yolda yalnız kalmayacağı gibi güzel bir muştuysa işin bereketli ironisi. Çünkü her yerde başka inanmışlar, adanmışlar var.
Tiuri, pusu kurulup öldürülen Ak Kalkanlı Kara Şövalye’ye son nefesinde yetişip görevi, dolayısıyla mektubu ondan teslim alır. Yollara düşecek, şövalyenin yüzüğünü dağlarda yaşayan münzevi Menaures’e gösterecek, onun desteğiyle fiziki anlamda yolun en zor kısmı olan dağı aşacak ve daha nice tehlikenin kol gezdiği diyarları aşıp krala içeriğini, anlamını yol boyunca bilemeyeceği mektubu teslim edecek.
Acemilikle çetrefilliği eşleştirmek bu tip kitapların (tarihi, fantastik, bilimkurgu romanları) şanındandır. Tiuri daha ilk hamlesinde ölümle burun buruna geliyor. O nefesini tutarken, siz de tutuyorsunuz, o sinmişken siz de kitap karşısında sanki hedef küçültüyorsunuz, Tonke Dragt bu tip yüzleşme sahnelerini abartıya ve kolaycılığa kaçmadan, neredeyse okurun aldığı nefesle bir olup aktarıyor. Kırmızı şövalyeleri, boz şövalyeleri gördüğümden, Tiuri’nin saklandığı ormanın havasını soluduğumdan zerre şüphe etmiyorum. Durup beklemek; bugünün klişe cümlesini düşününce gene gülümsüyorum. “Ne o durup bekleyecek miyiz?” diyor eylemselliği zembereğinden boşalmışçasına savrulmakla eş tutan kişi. Evet bekleyeceğiz, durup bekleyip anlayacağız, eylemi mayalayacağız, kendi çiğliğimizden, hamlığımızdan silkinmek, ölçüp biçmek, tartıp anlamak için belli bir miktar bekleyeceğiz. Kurgunun akışının müthiş ritminde, alternatif kurgulardan uzak duramıyorsunuz. Tiuri, Gri Şövalyelerin üzerine atılsa ne olurdu, Tiuri yüzüğü korumak uğruna parmağını feda etmeyi kabul etmese, haydutlardan kaçıp gitse… bu da sizi en baştaki karara gönderiyor. Yaşlı adamın çağrısına kulak asmasa zaten yola çıkmayacak, orucunu tamamlayacak ve kralın sadık şövalyelerinden biri olacaktı. Isınma turlarını attığı parkurda, hazır olduğu yarışın içinde olacaktı. Burada da diğerkâmlık için kuvvetli bir zehir olan “başkası yapsın” sokuluyor sinsi sinsi yanımıza.
Tarihin afili sözlerinden “ben bir başkasıdır”ı deşmeden, başkası diye birisi var mı, sormak geliyor içimden? Başkası algısı belki de hastalığın ilk safhası. Ötekileştirmekle devam eden, düşmanlık durağına kadar durmak bilmeyen sinsi bir imha ustası. Tiuri zorun da zoru bir ruh hali içinde, mektubu korumak uğruna hemen her şeyden şüphe ederken, başkası algısını defalarca onarıyor. Kendisinden intikam almak isteyen Gri Şövalyeler, haydutlar, Mistrinaut şatosunun Beyi, Gökkuşağı Irmağı köprüsünün Beyi, ölüm ipinde dans ettiği ve dansı birlikte kazandıkları Jaro, dilenci kılığındaki korkunç Slupor… hepsi Tiuri’nin kemâlatla dolu hamlelerle kazandığı diğerkâmlık oyunlarına tanık oluyor. Reaksiyonerliğin zaafı bu hamlelerle belirginleşiyor. Karşınızdakine rağmen hamle yapmadığınızda onun eylemlerinin uydusu olmanız an meselesi.
Toy bir şövalye adayı olarak yola çıkan Tiuri, kitabın ortasına geldiğimizde kırk yılın gezgin şövalyesi gibi olgunlaşıyor. Yalnızlığı göze aldığı yolculukta hiç yalnız kalmıyor. Tiuri ne kadar güçlü, sesine nefesine kadar tanıdığınız birine dönüşse de, kitabını tekil kahraman konforundan uzak tutuyor yazar. İlk satırlarda karşımıza çıkan dört şövalye adayı yoldaşı gerekmediği ve anlamsız olacağı için kitaba sokmayan yazar, Tiuri’nin ahlaki bütünlüğünün parçası olacağını iyi sezdiği ve kitap boyunca zihnimizde yankılandığı için ormandaki meczubu tekrar konuk ediyor. Şövalye’ye, krala verdiği sözle meczuba verdiği sözü zerrece ayırmayan Tiuri’nin şahsında yazara teşekkür ederken buluyorum kendimi. Kötülük, Eviellan kralı ve eylem sahasındaki Kızıl Kalkanlı Kara Şövalye ile tedirgin ediyor okuru, bir yönüyle bu iki karakter kitapta alışık olduğumuz dinamik ve çatışma içinde derinleşen karakterlerden uzakta sabit nişaneler gibi iş görüyor. Gece Yeli anlamına gelen Ardanwen ismindeki at, tıpkı şövalyeler ve krallar gibi, neredeyse Aytmatov’un hayvanları gibi şahsiyet kazanıyor. Elinizi uzatıp okşamak, asaletine hayran hayran bakmak, hatta izin verse (efsanevi şövalye Erdenwen ve atı onun izniyle alan Tiuri’den başkası binemiyor mübarek yağız ata) üzerine binip Unauwen ülkesine tırıs gitmek istiyorsunuz.
Benim için kitabın en önemli sürprizi, hayranlığımı üçe beşe katlayan yazar tasarrufu, içinde büyülü bir dünya kurulmuş olmasına rağmen, gerçeküstüne hiç başvurulmamış olmasıydı. Dingin, derin, yüce ve büyülü bir kitap ama, üfürükler, püfürükler, uçmalar kaçmalar, sihir nesneleri vs. yok. Fantastik türü çok sevmeme rağmen daha önce karşıma çıkmayan gerçekçi ihtişamı, inanç ve adanmışlığa dayalı dayanışmayı çok daha büyüleyici bulduğumu itiraf etmeliyim. Görünmez pelerin kullanmıyor ama görünmemeyi başarıyor, kanatlı binekleri yok ama su gibi gidip geliyor, zihinleri manipüle edecek içecekler, efsunlar kullanmıyor ama büyük şahsiyetiyle zihinleri çelip, gönülleri kazanıyor kahramanımız. Kendisini öldürmeyi planlayan kişiyi ölümden kurtararak sağ salim kalmayı başarıyor. Özellikle bu noktadaki iyilik-kötülük çatışması ve kötülüğün koşulsuz iyilikle dönüşmesi hedef okur kitlesi olan çocuklarla uzun uzun konuşup dertleşecek zemin sağlıyor.
Sanayii öncesi dünyanın iletişim kodlarını, iletişim araçlarını, iletişim olanaklarını mükemmele yakın incelikler ve ayrıntılarla kurguya yediriyor yazar. Ulaklar doğudan batıya, batıdan doğuya at sırtında koşturup duruyor, haber denen şey o kadar önemli ki, hanlarda ulaklara hazır halde dinlenmiş atlar bulunduruluyor. Kötülük, biraz da bu yüzden tüm oklarını ulaklara yöneltiyor. İyi haberler ulaşmasın, belirsizlikler çoğalsın, karmaşa, kargaşa kol gezsin istiyor. Tiuri’nin merkezde olmakla birlikte, tek kahraman olmadığını söylemiş miydim? Birçok şövalyenin, heybetli beyin, asil hanımefendinin desteğini almakla birlikte, büyük dağları, geçitleri avucunun içi gibi bilen on dört yaşındaki Piak, yol boyu yaver, yoldaş, kardeş oluyor Tiuri’ye. Dilini bilmedikleri mektubu bile ezberleyip büyük sırrı paylaşıyorlar. Dahası sözel belleği pırıl pırıl olan Piak, onlarca folklorik kahramanlık şarkısı, şiiri bilmesinin etkisiyle mektuptaki güfteye şıpınişi beste de uydurup sırrın unutulmasını engelliyor.
Beylerin, bey kızlarının, şövalyelerin, kralların neredeyse hepsi dürüst, yiğit, cefakâr, vefakâr. Bir iki yerde yoldan çıkanlardan, hırsına kurban olanlardan (fazla mı masumlaştırdım acaba) söz ediliyor. Eviellan kralının, Unauwen kralının hırs küpü oğlu olduğunu, prenslikle yetinmeyip krallık istediğini bunu da güneydeki toprakları ele geçirip Eviellan kralı olarak başardığını çatık kaşlarla okuyoruz. Neyse ki, bu hırsı dengeleyecek erdemli vazgeçişler de var. Kralın aynı günde doğan kardeşi olmakla birlikte dağın tepenin sırtında yaşayıp, hac yolcularını karşılayan, onlara sohbetini sunup feyzinden saçan bilge kimin nesi dersiniz?
İrade değerli, kişiler önemli fakat kitapta yer alan müthiş bir şey daha var: Yerini alacak biri her zaman vardır. Kişilerin mutlaklaştırılmaması, doğanın akışının güzelliği, varlığa bütüncül bir hürmet, ilkeye sadakat başka nasıl gösterilir?
Tersinden şövalyelik destanı olan Krala Mektup, unutmaya başladığımız orta çağdaki aksimizi görmek ve kopmuş zaman algımızı teyelleyip doğrultmak için güzel bir fırsat. “Şövalye olup olmamam önemli değil,” demişti Tiuri, “her zaman iyilik yapabilirim.”