(I)
Arap dilinde kurb, karâbet, kurbiyyet, tekârub, tekarrub gibi çeşitli türevleriyle gerek maddî gerek manevî anlamda yakınlık ve yakın olmayı ifade eden kurban kelimesi, dinî ıstılahta genel olarak Allah’a yakınlaşma vesilesi olan şeyi, özelde ise ibadet maksadıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu maksatla kesilen hayvanları ifade etmek için kullanılır. Bununla birlikte, fıkıh ıstılahında kurban, farklı türlerine göre farklı kelimeler ve terimlerle anılır. Mesela “udhiyye” kelimesi hac ve umre yapmayanların, kurban bayramı dolayısıyla kestikleri kurban için kullanılır. Hac ve umre yapanların kestikleri kurbanlar ise genel olarak, “sevk edilip gönderilen, hediye edilen şey” manasında “hedy” yahut hayvanın büyükbaş ya da küçükbaş oluşuna göre “bedene” ve “dem” diye adlandırılır. Öte yandan genel çerçevede “ibadet” anlamına gelen “nesîke”, “nüsük” ve “mensek” kelimeleri de özelde kurban manası taşır.
Batı dillerinde, ”bir nesnenin tanrıya sunulmak suretiyle kutsal kılınması” anlamındaki “sacrifice” kelimesiyle ifade edilen kurbanla ilgili farklı uygulamaların tarihi, erken paleolitik çağa kadar uzanır. Dahası, antik Yunan’dan kadim Mısır Medeniyeti’ne, eski Mezopotamya’daki dinî kültürlerden Zerdüştîliğe, Japon dini Şintoizmden Hinduizme kadar hemen her din ve kültürde kurbanla ilgili farklı ritüeller ve kültler mevcuttur. Diğer taraftan Musevî gelenekte bazı hayvanların veya yiyeceklerin, Tanrı’ya bağlılığın bir işareti olarak ve aynı zamanda O’nun lütfuna erip affına mazhar olmak niyetiyle bir mezbah üzerinde tamamen veya kısmen yok edilmesi şeklinde bir içeriğe sahip olan kurbanın tarihi Hz. İbrahim’e kadar götürülür. Eski Ahit’te “manah” (vermek) ve “minha” (bağış, vergi) gibi kelimelerin yanında “yaklaştıran şey” manasında “gorban”, “boğazlanan şey” manasında “zebah” ve “günahı ortadan kaldıran dinî tören” manasında “hattah” gibi çeşitli kelimelerle karşılanan kurban, Musevîlikte farklı türlere ve detaylı hükümlere sahiptir. Hıristiyan ilahiyatında ise Hz. İsa’nın haçta kurban edildiği yönündeki inanç Eski Ahit’teki kurban sistemini asıl mecrasından çıkarmış ve hatta iptal etmiştir. Diğer bir deyişle, “Tanrı Kuzusu” İsa, geleneksel Hıristiyan teolojisine göre ilk ve son kurban olması hasebiyle başka hiçbir kurbana ihtiyaç yoktur. Bu sebeple İsa, artık terk edilmesi gereken Eski Ahit’teki kurban sistemini kaldırmıştır.
İslam hukukunda vacip veya müekked sünnet hükmünde bir ibadet olarak kabul edilen kurban, “belli vakitte belirli hayvanların şer’an belirlenmiş usul dâhilinde Allah için kesilmesi” şeklinde tarif edilir ve bu tarif kurban bayramında kesilen udhiyye kurbanına karşılık gelir. Bunun dışında yine ibadet niyetiyle kesilen ve İslâmî literatürde özel isimlerle anılan başka kurban çeşitleri de vardır. Bunlardan biri, kişinin dînen mükellef olmadığı hâlde Allah’a bir vaatte bulunarak kendi üzerine vacip kıldığı adak (nezr) kurbanıdır. Çocuğun doğumunun ilk günlerinde Allah’a bir şükür nişanesi olarak kesilen kurban ise “akîka” diye adlandırılır. Kıran ve temettu’ haccı yapanların kestikleri kurban “şükür kurbanı”, hac ve umrede vacibin terkine veya ihram yasağının ihlaline mukabil ceza niteliğinde kesilen kurban ise “kefaret kurbanı” adını taşır.
(II)
Kurban, cahiliye devri Arap toplumunun dinî hayatında çok önemli bir yere sahipti. Bu dönemde çocukların, köleler ve esirlerin Uzzâ, İsâf ve Nâile gibi bazı putlara kurban edilmesi şeklinde bir uygulamanın izlerine rastlanmakla birlikte yaygın gelenek, hayvanların putlara kurban edilmesi şeklindeydi. Cahiliye Arapları belli zamanlarda veya önemli kabul ettikleri hadiseler vesilesiyle gerek Kâbe ve Mekke’deki gerekse Mekke’nin dışındaki putlarının yanında deve, sığır, koyun, ceylan gibi hayvanları keserler, böylece hem mabede yönelik saygılarını hem de putlara bağlılıklarını gösterirler ve aynı zamanda onlara yakınlaşma gayesi güderlerdi. Yine onlar kestikleri kurbanı parçalayıp dikili taş şeklindeki putların üzerine bırakır, yırtıcı hayvanların ve kuşların yemesini beklerlerdi. Öte yandan, yarar sağlayacağı zannıyla ölen kimsenin kabri başında da kurban keserler, kimi zaman da kurban kesme işini cinlerden korunmak maksadıyla gerçekleştirirlerdi.
Cahiliye devrindeki en meşhur kurban ritüellerinden biri receb ayıyla ilgili olup recebiyye adıyla maruftu. Hem dört haram aydan biri hem de İslâmî gelenekteki üç ayların ilki olan receb ayı İslam öncesi dönemde de kutsal/haram kabul edilir, dolayısıyla bu ayda savaştan, baskınlardan uzak durulur, özellikle ilk on gününde oruç tutulur, umre ziyaretleri yapılır ve putlara recebiyye denilen kurbanlar sunulurdu. Araplar özellikle sürülerinin çoğalmasıyla ilgili dileklerinin yerine gelmesi hâlinde receb ayında kurban olarak bir koyun kesmeyi adarlardı. Fakat dilekleri yerine gelince bazen cimrilikleri tutar, koyun yerine bir ceylan avlayıp onu keserlerdi.
Receb ayında kurban kesme geleneği İslam’ın ilk yıllarında da korunmuştur. Çoğunluk ulemanın kanaatine göre bu gelenek Hz. Peygamber’in, “[İslam’da] atîre de fera’ da yoktur” hadisiyle kaldırılmıştır. Bazı âlimler ise atîrenin meşru olduğuna işaret eden birtakım hadis rivayetlerine dayanarak recebiyye kurbanının müstehap/mubah olduğunu söylemiş ve Hz. Peygamber’in bu geleneği tamamen ilga/iptal etmeyip sadece zorunlu bir ibadet sayılması niteliğini kaldırdığını, ayrıca kurbanın putlar için değil Allah için kesilmesini vurguladığını belirtmişlerdir.
Mana ve mucibi açısından fıkhî ihtilafa konu olan “[İslam’da] atîre de fera’ da yoktur” hadisindeki atîre kelimesi “kuvvetli olmak, titremek, hayvan boğazlamak” gibi anlamlar taşıyan itr kelimesinden türetilmiş bir isim olup cahiliye devrinde recebiyye kurbanını ifade etmek için kullanılırdı. Şöyle ki dönemin Arapları tanrı addettikleri varlıklara (putlara) yakın olmak maksadıyla âdet olarak receb ayının ilk on gününde bir koyun kurban ederler ve kurbanın kanını putların başına sürerlerdi. Atîre veya İtr adı verilen bu kurbana receb ayında kesilmesinden dolayı recebiyye de denirdi.
Cahiliye devrindeki kurban ritüellerinden biri de fera’ idi. Deve veya koyunun doğurduğu ilk yavru anlamına gelen fera’ kelimesi cahiliye devrinde bir kimsenin develeri dilediği sayıya ve/veya yüze ulaşınca ilk doğan yavruyu yahut en genç ve semiz deveyi kesmesi anlamında kullanılır ve dolayısıyla bu tür kurbanlar fera’ diye anılırdı. Muhtemelen Musevî gelenekten intikal etmiş olan fera’ kurbanı da hâkim görüşe göre İslam’ın ilk zamanlarında meşru kabul edilmiş ve fakat bilahare mezkûr hadisteki ifadenin mucibince yasaklanmıştır. Bununla birlikte başta İmam Şâfiî (ö. 204/820) ve Hanbelî fakihler olmak üzere bazı âlimler atîre ve fera’ kurbanlarının Allah rızası için kesilmesinin mubah olduğu içtihadında bulunmuşlardır.
Cahiliye devrindeki bir diğer kurban “akîka” (yeni doğan çocuğun başındaki tüy) diye isimlendirilirdi. Musevî gelenekte de mevcut olan bu kurban, çocuk dünyaya geldikten yedi gün sonra kesilir ve kurbanın kanı çocuğun başına sürülürdü. Yine akîka kurbanının kesildiği gün çocuğun başı traş edilirdi. Akîka kurbanıyla ilgili gelenek de İslâmî dönemde sürdürülmüş ve fakat çocuğun başına kan sürülmesi meşru görülmemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber, cahiliye devrinde sadece erkek çocuklar için kesilen akîka kurbanını kız çocuklarına da teşmil etmiş, diğer taraftan bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber “ana-babaya karşı gelmek” anlamındaki “ukûk” ile aynı kökten gelen “akîka” kelimesinden pek hoşlanmadığını belirterek bir şükür ifadesi olarak kesilen kurban için “itaat ve ibadet” anlamına gelen “nüsük” kökünden türemiş “nesîke” kelimesini kullanmayı tercih etmiştir.
(III)
Cahiliye devri Arap toplumundaki kurban geleneği İslamî dönemde tevhid inancına aykırı öğelerden temizlenerek Hz. İbrahim’in sünnetine uygun biçimde ihya edilmiş ve kurbana birtakım sosyal işlevler de yüklenerek zenginleştirilmiştir. Bakara 2/173, Mâide 5/3, En’âm 6/121, 145 ve Nahl 16/115 gibi ayetlerde, putlar için hayvan kurban etmenin şirk, bu maksatla kesilen hayvanların murdar olduğu beyan edilmiştir. Öte yandan Mâide 5/27. ayette Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim ettikleri bildirilmiş, Sâffât 37/102-107. ayetlerde Hz. İbrahim’in tevhide iman ve teslimiyetle ilgili çok büyük bir imtihan olarak oğlunu (İshak) kurban etmek üzere iken, bunun yerine Allah tarafından makbul/değerli kabul edilen başka bir kurban kesmekle yükümlü kılındığından söz edilmiş, Hac 22/34. ayette ise her ümmetin kurbanla mükellef kılındığı belirtilmiştir. Ayrıca, Bakara 2/196, Mâide 5/2, 95, 97 ve Hac 22/28-29, 36-37 gibi ayetlerde hac ibadeti esnasında kesilecek kurbanlarla ilgili bazı hükümler zikredilmiş, fakat hac dışındaki kurban ibadetinden sarih olarak söz edilmemiştir. Gerçi Kevser Suresi 108/2. ayetteki “venhar” ifadesi çoğunlukla “kurban kes” şeklinde izah edilmiştir; ancak söz konusu ifadenin bu manaya geldiği müsellem değildir. Zira başta Hz. Ali olmak üzere İbn Abbas, Muhammed b. Ka’b el-Kurazî (ö. 108/726), Süleymân b. Tarhân et-Teymî (ö. 143/761), Kelbî (ö. 146/763), Ferrâ (ö. 207/822), Ebû Abdillah İbnü’l-A’rabî (ö. 231/846) gibi diğer birçok âlimden gelen farklı yorumlara göre nahr kelimesi “ibadet ve/veya namaz esnasında elleri göğüs hizasına kaldırmak”, “tekbir esnasında elleri göğüs hizasına kaldırmak”, “dua esnasında elleri göğüs hizasına kaldırmak”, “namazda sağ eli göğüs hizasında sol elin üzerine koymak”, “kıbleye yönelmek”, “namazda mihrabın karşısında durmak” gibi manalar taşır. Bütün bu yorumlar dikkate alındığında “venhar” ifadesindeki emrin hem anlam ve kapsam hem de mucib yönünden sarih olmadığı, dolayısıyla kurbanın dinî hükmü konusunda tafsilî bir delil mahiyetinde bulunmadığı sonucuna varılır.
Kevser suresinde geçen “salât” (fe-salli) kelimesine “beş vakit namaz” veya “bayram namazı”, “nahr” (venhar) kelimesine de “kurban kesme” manası verilmesi, kesinlikle teknik/ıstılahî bir mana takdiri olup geriye doğru bir tarih inşasının ürünü gibi görünmektedir. Zira söz konusu surenin erken Mekke döneminde nazil olduğu hususunda tereddüde mahal yoktur. Ayrıca bu dönemde beş vakit namazın teşri kılınmadığı malumdur. Yine bu dönemde bayrama has bir namaz bulunmadığı hususunda da icma mevcuttur. Surenin erken dönem Mekke’de nazil olması ve fakat muhtevasında bayram namazı ve kurbandan söz edilmesi kâbil-i telif görülmemiş olmalı ki bazı klasik tefsirlerde ikinci ayetin hicretten sonra Hudeybiye’de nazil olduğu da zikredilmiş ve fakat bu görüş müfessirlerin çoğunluğunca zayıf kabul edilmiştir. Sözün özü, Kevser Suresi’nde geçen “salât” kelimesi, tıpkı Alâk 96/10, Kıyâme 75/31, A’lâ 87/15. ayetlerdeki “sallâ”, Enfal 8/35. ayetteki “salât”, Müddessir 74/43. ayetteki “musallîn”, Mâûn 107/4-5. ayetlerdeki “musallîn” ve “salât” kelimeleri gibi bildik ve teknik anlamda namaz değil, genel çerçevede ibadet/ubudiyet manasındadır. Bütün bu ayetlerdeki “salât” kelimesi mü’minlere atfen kullanıldığında, Allah’a boyun eğmeye; müşriklere atfen kullanıldığında ise onların ibadet diye icra ettikleri ritüellere karşılık gelir. Sonuç olarak Kevser Suresi’ndeki “fe-salli” emri, ibadeti Allah’a has kılmayı, “venhar” ise Hz. Peygamber’den “nesli kesik” (ebter) diye söz eden Âs b. Vâil ve sair müşriklere inat, elleri göğüs hizasına kaldırıp tekbir getirerek tevhidi haykırmayı ifade eder.
(IV)
İslam hukukundaki hâkim anlayışa göre, gerek hac ve umre yapan kimselerin gerekse diğer mü’minlerin kurban kesme yükümlülüğü ve bu konuyla ilgili hükümler Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünnetine dayanır. Diğer bir deyişle, Hz. Peygamber’in hicrî 2. yıldan (miladi 624) itibaren kurban bayramlarında kurban kesmeye başlaması, hac ve umre esnasındaki uygulaması ve kurbanla ilgili çeşitli beyanlarından oluşan zengin hadis malzemesi, bu konuyla ilgili dinî geleneğin ve fıkhî değerlendirmelerin temelini teşkil eder.
Kur’an’da hac dışındaki kurbanın hükmüne dair sarih nas bulunmaması nedeniyle udhiyye kurbanının dinî hükmü, çoğunluk fukaha tarafından müekked sünnet olarak kabul edilmiştir. Buna mukabil İbrahim en-Nehâî (ö. 96/714), Leys b. Sa’d (ö. 175/741), Evzâî (ö. 157/773), Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778) gibi bazı müçtehitlerin yanı sıra Hanefî mezhebinde ağırlık kazanan içtihada göre kurban vaciptir. Bu bağlamda Hanefî gelenekte, Kevser 108/2. ayetteki “venhar” emrinin “kurban kes” anlamı taşıdığı ve gereklilik bildiren bu emrin Hz. Peygamber’in yanı sıra ümmeti de bağladığı yorumu esas alınmıştır. Ayrıca, “Kim imkânı olduğu hâlde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın”, “Ey İnsanlar! Her sene, her hane halkına kurban kesmek vaciptir”, “Kurban kesiniz; zira kurban, atanız İbrahim’in sünnetidir” gibi hadisler ile Hz. Peygamber’in kurban kesmeyi hiç terk etmemiş olması gibi başka delillere de atıf yapılmıştır. Kurbanın müekked sünnet olduğunu savunan çoğunluk ise Kur’an’da bu konuyla ilgili sarih bir emrin bulunmamasını, Hz. Peygamber’in kurban kesmeyi hiç terk etmemiş olmasının teknik anlamıyla sünnet kapsamında da değerlendirilebilecek olmasını ve bir de bazı sahabîlerin uygulamasını delil ittihaz etmiştir.
Bize göre kurbanın dinî hükmü ne Hanefî fıkıh terminolojisindeki anlamıyla vacip ne de müekked sünnettir. Bu konudaki hüküm farzdır. Ancak hemen belirtelim ki bu iddialı hükmümüz Kur’an ve hadislerdeki bir lafzın mantukuna değil, kurbanla ilgili birçok ayetin yanı sıra Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünnetindeki genel mana ve mefhuma dayanmaktadır. Çünkü Ebû İshâk eş-Şâtıbî’nin (ö. 790/1388) de isabetle kaydettiği gibi namaz, oruç, hac, zekât gibi konularla ilgili bir dinî hüküm, bir tek delile dayandırılamaz. Sözgelimi namazın farziyyetiyle ilgili hüküm, salt Kur’an’daki “Namazı hakkıyla kılınız” (akîmû’s-sâlât) emrinden çıkmaz. Bilakis bu hüküm söz konusu emrin yanı sıra namaz kılanların övüldüğü, kılmayanların yerildiği, namazın öneminin ve manevî semeresinin zikredildiği diğer bütün ayet ve hadislerdeki mana ve mefhumdan bir türev olarak ortaya çıkar. Şâtıbî, cüz’îlerden küllîlere (tikellerden tümellere) ulaşmayı ifade eden bu istikrâ yöntemini, el-İ’tisâm adlı eserinde şöyle bir benzetmeyle de açıklamıştır: “Şeriat, bütün uzuvları tam ve yerli yerinde bir insan gibidir. Şöyle ki el, ayak, baş ve dil gibi uzuvlar insana özgü fonksiyonları tek başına yerine getiremez ve insan ancak bütün uzuvlarıyla birlikte insan diye anılır. Tıpkı bunun gibi şeriat da, tek tek hükümlerle şeriat vasfı kazanmaz. Bu sebeple, gerçek manada şer’î bir hüküm çıkarmak söz konusu olduğunda bu hükmün tek bir delilden değil, şeriatın bütününden istinbat edilmesi gerekir.”
Bu açıdan bakıldığında kurbanın farz olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Zira daha önce de zikri geçtiği üzere birçok ayette kurbandan söz edilmiş, bu bağlamda Hac 22/34. ayetteki ve-li külli ümmetin cealnâ menseken ifadesinde her ümmetin kurbanla mükellef kılındığı bildirilmiş, Mâide 5/3. ayette hac ibadetiyle ilgili olarak kurbanlık hayvanlara, gerdanlıklarla süslenmiş kurbanlıklara hürmette kusur edilmemesi gerektiği bildirilmiş, keza Mâide 5/97. ayette gerdanlıklı ve gerdanlıksız kurbanlıkların insanlar için hem bir değer hem de dinî ve ticârî hayatın canlanmasına vesile kılındığı belirtilmiştir.
Öte yandan, Hac 22/36. ayette, “Biz [deve, sığır gibi] büyük baş hayvanları da -ki bu hayvanlar size birçok faydalar sağlar- Allah’ın hacla ilgili nişanelerinden [kurbanlık] kıldık. Develeri bir ayakları bağlı halde ayakta boğazlarken Allah’ın ismini anın. Ardından yere düşüp canlarını teslim ettiklerinde, etlerinden hem kendiniz yiyebilirsiniz hem de yardım isteyen veya isteyemeyen fakir-fukaraya da yedirebilirsiniz. İşte biz bu hayvanları istifadenize sunduk ki Allah’a iman ve itaat üzere şükredesiniz” buyrulmuş, bir sonraki ayette ise, “[Bilin ki] kurban olarak kestiğiniz hayvanların etleri de kanları da Allah’a ulaşmaz. O’na ulaşacak olan, sadece sizin takvanız, ibadette samimiyet ve ihlâsınızdır” buyrularak hem müşriklerin İslam öncesi dönemde Zemzem kuyusunun yanında kurban kesip akan kanı teberrüken Kabe’nin duvarına sürerek, “Allahım! Bu kurbanımızı makbul eyle” diye dua etme âdetlerinin artık yaşatılmaması gerektiğine, hem de kurbanda Allah’a ulaşacak olan şeyin kan ve et değil, kulluk şuuru ve samimiyet duygusu olduğuna dikkat çekilmiştir. Bütün bunların yanında Hz. Peygamber, imkân sahibi mü’minlere kurban kesmenin gerekli olduğunu söylemiş ve kendisi de kurban ibadetini hiç terk etmemiştir.
İşte bütün bu deliller bir arada mütalaa edildiğinde ortaya çıkan sonuç, farzdan başka bir şey olmasa gerektir. Kaldı ki Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) de “Udhiyye kurbanı farzdır” şeklinde bir görüş bildirdiği nakledilmiş, ayrıca bazı kaynaklarda kurbanla ilgili olarak, “dinin şeâirinden olduğu hususunda hiç ihtilaf yoktur”, “farz-ı kifâyedir”, “terkine ruhsat tanınmayan sünnettir” gibi nitelendirmeler zikredilmiş, Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942) ise kurbanın farza yakın ve/veya aşağı yukarı farz (şibh-i farz) olduğunu söylemiştir.
(V)
İslam fıkhında kurbanla ilgili yükümlülük şartları -akıl-bâliğ olma hususunda bazı farklı görüş ve içtihatlar mevcut olmakla birlikte- Müslüman, akıllı, ergen, mukim ve zengin olmak şeklinde tespit edilmiştir. Bu bağlamda özellikle zenginlik ya da mali imkân şartı üzerinde durmak gerekir. Klasik fıkıh literatüründe, malî imkân şartı nisab diye ifade edilen asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmaya karşılık gelir. Hanefî mezhebine göre kurban kesmeyi mucib zenginliğin ölçüsü, zekâtta ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçları ve temel ihtiyaçları dışında 85 gram altın ya da buna denk bir paraya ve/veya mala sahip olmasıdır. Ancak kurban nisabında zekâtta olduğu gibi bir yıl süren bir zenginlik şartı aranmayarak, bayrama erişen kişinin o günlerde bu zenginliğe sahip olması yükümlülük için yeterli görülmüştür. Haddi zatında ekonomik güç ve zenginliğin hem mevcut şartlara hem de yükümlüğünün konusuna göre değişkenlik göstermesi ve bir yönüyle de örfî olması hasebiyle günümüzde Müslümanların kendi bütçe imkânları çerçevesinde sıkıntı çekmeden kurban ücretini ödeyip ödeyemeyeceğini göz önünde bulundurmaları gerekir. Buna göre denebilir ki uygun ve isabetli olan, kurban alma imkânı bulunmayan kimselerin kurban kesmek için mali imkânlarını zorlamamasıdır. Hatta bazı Hanefî fakihlerine göre maddi gücü yeterli olmayan kimselerin kendilerine vacip olmayan ibadeti vacip haline getirmesi, böylece kesilen kurbanın adak kurbanı hükmünü alması bile ihtimal dâhilindedir.
Hâl böyleyken, ülkemizde birçok Müslümanın borç-harç içinde kurban kestiğine, kurban parasını kredi kartıyla, üstelik taksitle ödediğine sıkça rastlanmaktadır. Bu uygulama, ihlâs ve samimiyete mebni olduğu takdirde dînen -fıkhen değil!- söylenecek bir söz yoktur; ancak kurbanın ihlâs ve samimiyeti mucip bir ibadet olmaktan ziyade kültürel, folklorik yönü ağır basan bir ritüel olarak algılandığı ve bir bakıma her oğlan çocuğu sünnet ettirme âdetine -ki günümüz Türkiye’sinde damat adayının namaz kılıp kılmadığı pek sorulmamasına rağmen adayın mühtedi olması hâlinde sünnet olma şartının farz mesabesinde görülmesi bazı örf, âdet ve ritüellerin folklorik düzeyde nasıl algılandığı ve uygulandığı hakkında yeterli bir fikir verir- benzer bir âdet gibi uygulandığı ve bu uygulamada çok kere mahalle baskısının da önemli rol oynadığı gerçeği dikkate alındığında, kişinin kendisine vacip olmayan bir ibadeti vacip haline getirme ihtimalinden söz etmek de pekâlâ mümkündür.
Yeri gelmişken kurban kesme yükümlülüğünde aynîlik ve kifâîlik meselesinden de söz etmek gerekir. Hanefiler yükümlülük şartlarını taşıyan herkesin ayrı ayrı kurban kesmekle mükellef olduğunu (aynî vacip) savunur. Şâfiîler, Hanbelîler ise kurban kesme yükümlülüğünü taşıyan kişi açısından aynî sünnet, nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu aile fertleri açısından kifâî sünnet olduğunu ileri sürer. Mâlikîler de hemen hemen aynı görüşü benimser. Burada söz konusu olan aynîlik, yükümlülük şartlarını haiz olan her ferdin kurban kesmesinin vacip/sünnet olduğu, kifâîlik ise hane halkından bir ferdin kesmekle diğer fertlerden mükellefiyetin sakıt olduğu anlamına gelir. Fakihlerin çoğunluğunca benimsenen kifâîlik görüşü daha isabetlidir; çünkü gerek Hz. Peygamber’in kendisi ve hane halkı için bir tek kurban kestiğiyle ilgili sahih rivayetler, gerek sahabeden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, “Biz bir tek koyun keserdik. Kişi bu koyunu kendisi ve aile fertleri için keserdi. Kurban etinden hem kendileri yerlerdi hem de ikram ederlerdi; fakat bir zaman sonra insanlar birbirleriyle yarışa girdiler ve nihayet [her ferdin] kurban kesmesi, mağrurluk alameti hâline geldi” şeklindeki sözleri kifâîlik görüşünün daha sağlam delillere dayandığını gösterir.
Esasen aynı çatı altında yaşayan fertlerden sadece birinin kurban kesmesinin yeterli olduğu hususunda tereddüde mahal yoktur. Bu konuyla ilgili muhtelif rivayetler, “nafaka halkasına dâhil olan aile fertlerinin tümü adına içlerinden birinin kurban kesmesi, yükümlüğün sakıt olması manasından öte sevapta ortaklık anlamı taşır” şeklindeki yorumlara doğruluk değeri atfetmeyi mümkün kılmamakta, nesh ve tahsis iddiası ise salt iddia olmaktan başka bir değer taşımamaktadır. Keza hedy kurbanının sırf bir kişi için kesilebileceği hükmünden hareketle udhiyye kurbanı için de aynı hükmün -kıyas yoluyla- geçerli olması gerektiği yolundaki görüş de hem sübut hem delalet yönünden sahih ve sarih rivayetler karşısında hüccet değeri taşımamaktadır.
(VI)
Sonuç olarak, kurban hem fert ve toplum yararıyla açıklanabilir unsurları hem de taabbudî nitelik taşıyan ve Allah’a bağlılığın yanı sıra insanî duyarlığa da işaret eden simgesel tutum ve davranışları içerir. Binaenaleyh, kurban, modern zamanların ilcaatına ve/veya “Din şehit ister, asuman kan; her zaman her tarafta kan, kan, kan…” diyen Tevfik Fikret’in çağdaşçı takipçilerinin tenkit ve tazyiklerine boyun eğerek, “Hayvan boğazlamak yerine fakir-fukaraya maddî/mali yardımda bulunulabilir; hatta böyle yapmak daha isabetlidir” gibi sözde fıkhî fetvalara kurban edilemeyecek kadar önemli ve değerli bir ibadettir. Çünkü kurban her şeyden önce Allah’ın emri, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in sünnetidir. Burada sözü edilen sünnet, bir teklîfî hüküm türüne karşılık gelen teknik anlamda sünnet değil, Müslümanca tedeyyün gereği sürekli uygulanan bir gelenek, bir tarika-i meslûke manasındadır ve bu manasıyla farz dâhil bütün teklîfî hükümleri içerecek kadar kapsamlıdır. Öte yandan dinî bir şiar olan kurban, aynı zamanda hayat nimetine hamd ve şükrün ifadesidir. Bütün bunların yanında kurban, insanca ve Müslümanca duyarlıklarımızı muhafazanın da bir nevi garantisidir. Çünkü bugün hemen her birimizin dünyevî seline az çok kapıldığı modern hayat tarzı içinde günden güne kaybettiğimiz Müslümanca duyarlıklarımızı ve dolayısıyla ahirete uğurladıklarımızı hatırlamak, hayatta kalanlarımızın hâl ve hatırlarını sormak, akraba, konu-komşu diye bir şeyin de hâlen var olduğunun farkına varmak ve elde olanı paylaşmak gibi ince taraflarımızın tümden yok olup gitmesini engelleyen temel unsurlardan biri de kurbandır. Bu yüzden, biz Müslümanlar kurbana kurban olmak durumundadır.