En geniş anlamda ekonomik sistemleri incelediğimiz zaman, eşya ile ilişkileri bakımından farklı yaklaşımlar ortaya koyduklarını görürüz. İlk etapta dünyayı reddeden sistemler ile dünyayı imar etmek isteyen sistemler arasında bir fark vardır. Sözgelimi Budizm dünyaya yabancı ve anti-sosyal bir sistem önerdiği için ilk kategoride değerlendirilir. Buda’ya göre insanı mutlu eden şey, ne varsıllık ne de yoksulluktur. Çünkü yoksul insanlar kadar varsıl insanlar da mutsuz olmaktadır. İnsanı mutsuz kılan asıl şey, arzulardır. İhtiyaçlar sınırlı ama arzular sonsuzdur. Bir keresinde “Nasıl mutlu olunur?” diye soran izleyicisine Buda şu sözü söyler: “Arzularınızdan vazgeçin ve mutluk olun!” Gerçekten de arzular, insanı sürekli çalışmaya sevk eden ve sonu gelmeyen bir yola koyan isteklerdir. Bir arzunuza ulaştığınızda, bunu başkası takip eder. Böylece insan sonu gelmeyen arzulardan dolayı bitkin düşer ve mutsuz olur.
Modern ekonomik sistemler, özellikle de liberalizm veya kapitalizm seküler (dünyevi) niteliğinden dolayı dünyayı imar etmeyi ve sürekli büyümeyi esas almıştır. Sosyalist sistem büyümeye karşı değildir, ancak büyümeden ziyade dağıtıma odaklanır. Ekonomik kaynakların hakça dağıtılmasını hedefler. Bu bakımdan çağımızda kapitalizm büyüme konusunda, sosyalizm ise dağıtım konusunda başarılı olmuştur.
Nasıl Budizm insanın azla yetinmesini ve bununla mutlu olacağını savunuyorsa, seküler sistemler ve ideolojiler de insanın fazla tüketim yaparak mutlu olacağı kanısındadırlar. Nitekim Avrupa, Amerika ve benzer ülkelerde “refah devleti” kapitalist sistemin en önemli hedefi haline gelmiştir. Refah devleti, tüm vatandaşların temel ihtiyaçlarının karşılandığı ve güvence altına alındığı bir devlet şeklidir. Sadece çalışanlar değil, çalışmayan işsiz kesimler de sistemin sunduğu imkânlardan yararlanırlar.
Eleştirel bir gözle değerlendirme yaptığımızda, gerek dünyayı reddeden gerekse dünyayı olumlayan sistemlerde eşya-insan ilişkisi sorunludur. Biri insandan eşyayı esirgerken, diğeri eşyayı yüceltmekte ve kutsallaştırmaktadır. Başka bir deyişle, biri eşya konusunda cimrilik yaparken, diğerleri de müsrif (savurgan) davranmaktadır. Özellikle büyümeye dayalı ve insanın ihtiraslarını sonuna kadar doyurmak isteyen seküler sistemler, dünyayı ve ekonomik kaynakları, hiçbir ahlaki değere dayanmadan sömürmekte ve çılgınca bir tüketimi teşvik etmektedirler. Ne yazık ki, bugün dünyaya hâkim olan kapitalizm ve onun refah devleti modeli israfa dayalı bir sistemdir ve gelecek nesillerin de hakları olan kaynakları alabildiğine tüketmektedir. Bu tüketim kendi insan tipini de doğurmuştur: Tüketim toplumun insan tipi “obez insan”dır. Müsrif ve sağlıksız beslenen modern insan, hem estetik beden ölçülerinden uzaklaşmakta hem de ciddi sağlık sorunları yaşamaktadır.
İsrafa dayalı kapitalizm, eşitsiz bir dünya yaratmıştır. Hem ülke içinde hem de dünyada büyük eşitsizlikler hüküm sürmektedir. Ülke ve dünyanın kaynaklarını yüzde 10’luk bir kesim tüketmekte ve geriye kalan çoğunluk yoksul veya yoksun yaşamaktadır. Yoksulluk, özellikle dünyanın Güney kesiminde göze çarparken, yoksunluk tüm alt toplum katmanlarında kendini göstermektedir.
Kapitalizm, gerçekten de bir israf düzenidir ve gereksiz yere, gelecek kuşakların da hakkı olan dünya kaynaklarını (yeraltı ve yerüstü kaynakları) insafsızca tüketmektedir. Çılgın üretim ve tüketim öyle bir aşamaya ulaşmış durumda ki, dünya atıklardan dolayı kirlenmiş ve ekonomik kaynaklar bitme noktasına gelmiştir. Dünyada ekolojik dengeler sarsılmış ve bunun neticesinde küresel ısınma baş göstermiştir. Son birkaç yılda hükmünü sürdüren korona virüsü, bilim insanlarına göre ekolojik sınırların aşılmış olmasından dolayı ortaya çıkmıştır. Artık aklıselim bilim insanları ve düşünürler, “sınırların aşılmış” olduğundan bahsediyorlar.
Peki, bu gidişat zorunlu mudur? Başka bir alternatif olamaz mı?
Her şeyden önce şunu söyleyelim: Bu gidişat zorunlu değildir ve başka bir dünya mümkündür!
İkinci olarak dünya karşıtı, a-sosyal sistemlerin alternatifi, müsrif sistemler değildir. Eşya ile ilişkilerinde ilk tip sistemler tefrit ise, ikinciler de ifrattırlar. Bu sistemler eşya ile ilişkilerinde uç noktaları temsil etmektedirler. Doğru ve hak olan sistem, “ortayolu” öngören sistemdir. Eşya konusunda ne cimrilik ne de müsriflik doğru bir yaklaşımdır.
Doğru yaklaşım, tasarruf ve cömertliğe dayalı yaklaşımdır. Tasarruf edilmeli ki cömertlik mümkün olsun. Cömertlik, savurganlık değildir. Cömertlik “başkası” için yapılan bir fedakârlıktır. Bu fedakârlık, hem cömert kişiyi hem de ondan nasip alanı mutlu eder. Cömertlik özgeci bir ahlakı temel alır. Başkalarına yardım ederek mutlu olmayı seçen bir tutumdur.
Peki, bunun yolu-yöntemi var mıdır? Nasıl başarılacaktır?
Eşya ile ilişkilerde ortayolu izlemek sadece ahlaki bir tutum değildir, aynı zamanda sistemsel bir tutumdur. Bu sistemde eşya ve ekonomik kaynaklar ihtiyaçlar için kullanılır. İhtiyaçlar sınırlı ve bellidir. Sınırsız ve belirsiz olan şey, arzulardır. Ne yazık ki, çağımız insanı ihtiyaçlarla arzuları birbirine karıştırmıştır. Hak sistemde insanlar ya emekleri ya da ihtiyaçları oranında hak sahibidir. Bu sistemde emek ve ihtiyaç temel kavramlardır. Bir şey emekle elde edilir ve bununla ihtiyaçlar karşılanır. İhtiyaçtan artakalan ise ihtiyaç sahiplerine aktarılır.
İnsan dünyaya halife olarak gönderilmiş ve dünyayı imar etmekle sorumlu kılınmıştır. Yetki ve sorumluluklar belirlenmiştir. İnsanın kendi kendine yetki ve sorumluluklar belirlemesi haddini aşmaktır. Hak sistemde en önemli şey, hududullah’tır, yani Allah’ın koyduğu sınırlara uymaktır. Siyasette de, ekonomide de hududullah belirleyicidir. Ama sınırların içinde insan alabildiğine özgür ve serbesttir. Eşyada aslolan serbestliktir. Yasaklar ve kurallar sayılıdır!
İktisadın temeli olan kaynakların sahibi Allah’tır. Hiç kimse yeryüzünde özel mülkiyet iddiasında bulunamaz. Mülkün sahibi O olduğu gibi mülk üzerinde nasıl tasarruf edileceğini de belirleyen O’dur. Biz mülk üzerinde sadece halifeyiz, yani kiracıyız. O’ndan kiraya aldığımız kaynakları O’nun istediği biçimde ve yerde kullanmak zorundayız. Mülkiyet üzerinde özel/bireysel ve mutlak bir sahiplik yoktur. Mülkiyet, bir emanettir. Emanet ise ehline verilir ve usulünce kullanılır.
Hak temelli sistemde ihtiyaçlar meşru, israf ise gayri meşrudur! Emek ve üretim teşvik edilir ama ihtiyaç fazlası tüketim kısıtlanır ya da başkasına aktarılır. Sistem hem çalışanları hem de çalışma isteğine rağmen çalışamayan işsiz ve mağdurları korur. Ancak hiçbir gerekçesi olmadığı halde çalışmayan ve dilenmek isteyen kimseleri ıslah etmek için politikalar izler.
Hak temelli “İhtiyaç ekonomisi”, dizginsiz üretim ve tüketimi engellediği gibi ekonomik kaynakları gelecek kuşakları da gözetecek şekilde kullanır ve sürdürülebilir bir ekonomi inşa eder. Bu sistemin korumayı ve geliştirmeyi hedeflediği amaçlar şunlardır:
- Yaşama hakkını korumak;
- Mülkü korumak;
- Nesli korumak;
- Akıl ve ifade özgürlüğünü korumak;
- Din özgürlüğünü korumak.
Bu amaçlar bir nevi “üst-değerler”dir. Siyaset, eğitim, ekonomi ve kısacası tüm alanlardaki politikalar bu amaçları gerçekleştirmeye çalışan araçlardır. Bu anlamda siyaset ve ekonomi değer temellidir. Değerlerin merkezinde ise “insan” vardır. Kısacası; insanın canını, malını, neslini, akıl ve dinini korumak ve geliştirmek esastır.
Ünlü İslam bilgini Şatibi bu değerleri çekirdek değerler olarak görür, bunun etrafında iki halka değer daha belirlemiştir. Bunlar tamamlayıcı ve estetik değerlerdir. Biz bugün bu değerlere “çevre hakları”, “hayvan hakları”, “azınlık hakları” vb. başka hakları da ekleyebiliriz. Demek ki, sistem geliştirilmeye müsait dinamik bir sistemdir.