Bir yönetmeni tanımak için onun ilk dönem çalışmalarını incelemek gerekebilir. Her ne kadar ilk dönemler bir yönetmeni tanımak için güç ya da erken olsa da bu safha yönetmeni tanımak için bir önsözü andırır. Yasak Rüya (2005), Mizansen (2006), Saat Kaç (2006), Kayıp Zaman Düşleri (2007) ve İstanbul(2007) yönetmenin ilk yaptığı kısa filmler. Bu filmlerle birlikte o yönetmenin sinemasına dahil olur, anlamaya başlar ve bazı tahminler yürütürüz. Hele ki bu kişinin şiire ve edebiyata aşina biri olduğunu bildiğimizde, dahası onun “şiirsel sinema”yı andıran sinematografisini temaşa eylediğimizde bambaşka pencereler açılır önümüze. Faysal Soysal ile ilk sinema deneyimini, sinemaya yönelmesindeki nedenleri konuşup filmlerinde edebiyat ve şiir bağlantısının önemine eğildik. Görüşme sadece bunlarla sınırlı olmadı, Türkiye’de sinemanın edebiyat ve şiirle hemhal olma durumunu da mütalaa ettik. Sanatın ideolojiden ve öğüt vermekten uzak olduğunu ortaya koyan Soysal, Rus yönetmen Tarkovski’nin de eserinde zikrettiği üzere “Bir sanat olarak sinema; sanatsal imgelerle mantıksal bir kavrayışın karşısında fikrin, düşüncenin ötesine geçen şiirsel bir öz taşımalıdır.” vurgusunu hatırlatır bizlere. Bu şiirsel özü, Soysal’ın ilk filmlerinden Üç Yol filmine değin fark edebilmek mümkün. Yönetmen de bu kavrayışla, şiir ve edebiyatın sinema için ne kadar önemli olduğunu hatırlatır. “Söz ve semboller yerine imge/görüntü ile şiirsel olanı yansıtmak; katı neden-sonuç ilişkilerinden ve gerekçelerden arınmış bir sanata dayanıp güçlü anlatım yollarını bulmak” sözü, Soysal’ın sinemasını anlamak için aktarılması gereken bir alıntıdır. Faysal Soysal, ilk kısa filmlerinden itibaren şiirsel bir sinemayı, edebiyata dayalı bir film felsefesini önceliyor. Bunu anlamak için sinema çalışmalarındaki karakterlere, imgelere, benzetmelere ve daha fazla açığa çıkardıklarına bakmak gerekiyor.
Hem şair ve hem sinemacı kimliğiyle bilinen Faysal Soysal, kısadan uzuna doğru uzayan film yapma çabasına uzun yıllardır devam etmekte. Bu ayki sayımızda yönetmen Faysal Soysal ile sinema yolculuğunu ve deneyimlerini, yönetmenin sinema ile edebiyat arasında kurduğu bağlantıları ele aldık. Yönetmenin düşünüşü ve hayalinin edebiyat, şiir ile donatılması gerekir ki, ortaya çıkan filmlerde de bu koku, tat hissedilebilsin. Bu kokuyu, tadı arayan yönetmenle söyleşimize ilkin şu soruyu sorarak başlıyoruz:
Bir yönetmen olarak farklı türlerde film çalışmaları yapmaktasın. İlk sanatsal çalışmalara nasıl başladın? Sinema ve kısa film çalışmalarından ve deneyimlerinden bahseder misin?
Elbette. Batman doğumlu bir yönetmenin gençlik yıllarından itibaren şiire ilgi duyduğunu söyleyerek söze başlayayım. Şiir ve sinema ile daha yakından ilgilenmek için Tıp Fakültesini 2.sınıfta bıraktım. Belki bu birçok kişiye tuhaf gelecektir. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni 2003’te bitirip Tahran Sanat Üniversitesi’nde sinema yönetmenliği yaptım. Tahran’daki eğitimim süresince 4 kısa film çektim. Bu kısa filmler uluslararası festivallerde gösterildi ve çeşitli ödüllere layık görüldü. ‘Kayıp Zaman Düşleri’ adlı kısa filmle kendi sinema dilime yakın gördüğüm şiirsel sinema örneği üretmenin mutluğunu yaşadım. Daha sonra 2008’de New York Film Akademisi’ne katılıp 4 kısa filme daha imza attım. “Düşe Yağmalanan Hayal Kuyusu” ve “Bir Ölünün Defteri” adlı iki şiir kitabımı yayımladım. Babek Ahmedi’nin “Tarkovski Sineması” kitabını bir arkadaşımla Türkçe’ye kazandırdım. İlk uzun metraj filmim “Üç Yol”u 2013’te Türkiye ve Bosna’da yaptığım çekimlerle tamamladım. Bu film, yurt içinde ve yurt dışında 13 ödüle layık görüldü. Üç Yol filmindeki Srebrenitsa annesinin gerçek hikâyesinin izini sürerek Srebrenitsa ve Prijedor katliamlarını konu alan “Kayıp Zamanlar” adlı belgeseli yaptım. TRT Belgesel için “Srebrenitsa Anneleri” adlı 5 bölümlük belgesel dizisinin yönetmen ve yapımcılığını üstlendim. Yeryüzü Doktorlarının uzak coğrafyalardaki gönüllülük serüvenlerini, 10 bölümlük “Yeryüzü Hikayeleri” adlı belgesel dizisiyle televizyon ekranlarına taşıdım. 2018’den itibaren Uluslararası Dostluk Kısa Film Festivali’nin direktörlüğünde bulundum ve ikinci uzun metraj filmim “Ceviz Ağacı”nı ilk Türkiye-İran ortak yapımı olarak 2020’de tamamladım.
Sinemayla uğraşan birçok arkadaşımız var. Serhat Karaaslan, Koray Sevindi ve isimlerini sayamadığım daha birçok yönetmen… Bu yönetmen arkadaşların, tıbbı, eczacılığı ya da mühendisliği bazı sebeplerden dolayı bırakmalarına şahit oldum. Peki, senin sinemaya yönelmendeki ve tıbbı bırakmandaki sebep ya da sebepler ne oldu?
Bu elbette kişinin ilgisiyle doğrudan bağlantılı bir şey… Zaten Türkiye’de birçok yönetmene baktığımızda hepsi herhangi bir fakülteden (iletişim, güzel sanatlar) ve bölümden (sinema, televizyon) mezun değil. Yurt dışında eğitim alıp gelenler hariç tabiî. Mesela Reha Erdem yurt dışında eğitim almıştır. Onun gibi bazı yönetmenler hep yurt dışında sinema okuyup gelmişlerdir. Ama Türkiye’deki yönetmenlere baktığımızda onların çoğunun bu okullarda okuduğunu göremiyoruz. Çünkü en nihayetinde iletişim fakülteleri yönetmen yetiştirmiyor. Oralardan da mezun olup sinemaya ilgi duyanlar ve kafa yoranlar vardır ama sayısal bölümlerden gelen insanlar daha fazla meraklılar sanata ve sinemaya. Tıp fakültesinde hem edebiyata hem de müziğe, hatta sinemaya ilgili olan birçok doktor ve tıbbiyeli var Türkiye’de. Bu sebepten bizim de ilgimiz böylece gelişmeye başladı. Serhat Karaaslan’da da öyle gelişti. Tabiî eczacılığın daha fazla avantajı da var diğer mesleklere göre. Vaktiniz size ait ve kendi işinizin patronusunuz. Bu bir anlamda yöneticilik sıfatını da veriyor size. Bu özellik sizde olduğu vakit yönetmenlikle ilgili yönetim ve kontrol daha da kolaylaşmaya başlıyor. Ama temel şey ilgi ve okuma, kendini geliştirmedir. Bazı bölümlerde kişinin kendisini yetiştirmesine hem vakit kalmıyor hem de insanların tercihleri, okudukları üniversitede bu şekilde gelişme göstermeyebiliyor. İstanbul’un buna katkısı çok fazladır. Yaşadığımız çevredeki arkadaşların, özellikle idealizm anlamındaki tavırları ve ilgileri etkiliyor insanı. Ve ister istemez bende daha önce şiirle ve edebiyatla ilgilenirken bir anlamda sinemanın merkezinde buldum kendimi. Ama tabiî ki hayalimde veyahut da ilk planda yönetmenlik yapmak ve film çekmek değil de bir nevi eleştirmenlik ve yazarlık yapmak vardı. Çünkü yazı yazmakla sıkça uğraşıyordum ama zaman geçtikçe çeşitli denemeler yaparak, kısa filmler çekmeye başlayarak biraz ilerlemeye başladık.
Demek ki yazmak, okumak bir yönetmen için iyi bir silah, güç. Üç Yol filminden Ceviz Ağacı’na kadar olan sinema yolculuğuna baktığımızda seninde belirttiğin üzere edebiyatla, şiirle ciddi şekilde hemhal olan bir yönetmensin. Şöyle bir sıkıntı var Türkiye’de veya yönetmenler arasında. Edebiyattan güç almadan film yapan, sinemayla uğraşırken bir yönetmenin hangi kaynaklara dayanacağını, başvuracağını bilmeden işe girişenler var. Böyle olunca şiirden ve edebiyattan yoksun bir film yapma, üretme anlayışı hâsıl oluyor. Senin bu süreçte yaptığın uzun metraj filmler, özellikle Bosna Hersek’te yapmış olduğun belgeseli düşündüğümüzde, edebiyat ve şiir, sinema anlayışına ne gibi katkılar sundu? Edebiyatın senin film felsefendeki yeri nedir, nasıl bir yol çizdi senaryo yazma sürecinde?
Sinema yeni bir sanat, ister istemez başka sanatlardan beslenmek zorunda kalıyorsunuz. Aslında birçok sanattan besleniyorsunuz. Resimden, müzikten, özellikle fotoğraftan besleniyorsunuz. Fotoğrafın 24 karedeki hareketli hali aslında tam da sinemadır. Dekor olarak tiyatrodan besleniyor, derinlik olarak ve hikâye anlatım bakımından ister istemez edebiyattan beslenmeye başlıyorsunuz. Ve edebiyat; sinema ortaya koymak isteyen ülkelerin en temel yapı taşıdır. Edebiyattaki hikâye anlatısı, anlatım tarzları bir şekliyle sinemaya geçiyor. Burada edebiyat, birazda şiir ve roman üzerinden baktığımızda, daha çok roman üzerinden okuma yapıyor yönetmen. Türkiye, İran hatta Rusya, sadece roman üzerinden bakmıyor sinemaya, şiir üzerinden de bir ilişki kuruyor sinemayla. Bunun içerisine İskandinav sinemasını da katabiliriz. Macaristan’dan Bela Tarr’ın da öyle bir dünyası var sonuçta. Edebiyatın da şiir kısmıyla ilgilenen pek çok yönetmen, şiir üzerinden bir sinema yapmaya çalışıyor. Bizim ülkemizde özellikle ciddi bir kırılma ve değişim söz konusu olduğu için 1918’den 1923’e kadar olan süreçte, yani Osmanlı’nın yok oluşu ve Cumhuriyetin kurulması gibi bir devrim, kültür devrimi ile yepyeni bir insan, yepyeni bir entelektüel anlayış oluşturulmaya çalışılıyor. Ve bu devrim sonrası maalesef resimle, müzikle ve kültürümüzdeki diğer unsurlarla (meddah, karagöz vs.) göbek bağımız kesildi. Şiirimizde alfabenin değişimine rağmen bu değişim olmuyor yada bu ilişki tam olarak kesilmiyor. Şairler aslında bunu devrediyorlar. Her ne kadar Fuzûlî, Bâki ile dinsel anlamda anlam kopmaları yaşandıysa da hâlâ şiir üzerinden ilişki kurduğumuzu söyleyebilirim. 1900’lü yıllara kadar çok sağlam biçimde devam etmiştir. Ancak İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte başlayan değişim ve dönüşümler hem Türkçemizi zayıflattı hem de o dönemki edebiyattan beslenme, istifade etme ve zenginlikleri aktarma zayıflamaya başladı. Ancak bir yönetmenin bence kendi ülkesinin en güçlü sanatını, şiirini ve edebiyatını bilmesi ve onlarla mutlaka ilişki kurması gerekmektedir.
Sinemayla iştigal ediyorsanız resim, heykeltıraş, şiir, edebiyatla meşgul olmanız, bu alanlardan beslenmeniz gerekebiliyor. Peki, hem New York’ta (Batı’da) hem de İran’da (Doğu’da) sinema üzerine eğitimler aldın. Özellikle ilk kısa filmlerini izlediğimizde bir arayışın olduğunu tahmin etmek mümkün. Bu arayışta, yani özellikle ilk dönem kısa filmlerinden şimdiye değin film sanatı anlayışında kim ya da ne etkili oldu?
Bir insanın sinemaya atılımını aslında bir yönetmen yapar, bir film yapar. Kendi başına bu tam olarak gerçekleşmez. İnsan bir şiir okur, bir şairi tanır. Ve bu durum, kişiye muazzam derecede ilham verir, böylece yolu açılır, devam eder. Bendede bu ilhamı, başlangıcı Andrey Tarkovski yaptı. Her ne kadar İran sinemasına çokça ilgi duysamda seviyor olsam da şiirle hemhal olduğum için Tarkovski’nin, Belá Tarr’ın, Bergman’ın dünyası benim için daha muazzam bir dünyaydı. Yine Antonioni’nin filmleri de benim için apayrı bir dünya oluşturuyordu. İran sinemasında Behram Beyzayi de ciddi derecede etkilendiğim ve sevdiğim filmleri olan bir yönetmendir. Kısa filmlerim biraz daha deneysel tarzda filmler olup gerçeküstü sinemadan, Breson’un şiirsel üslubu ve dünyasından izler taşır. Gerçeküstü sinemayı sevdiğim bu form üzerinde ve rüya üzerinde çeşitli çalışmalar yaptım. O yüzden kendi sinema arayışımda, film sanatımda tam olarak şu yönetmenlerin etkisi ya da şu düşüncelerin katkısı var diyemem. Ancak illa ilişki kurulacaksa ilk dönem çalışmalarımda daha çok Tarkovski’nin izleri olduğunu söyleyebilirim.
Sinema çalışmalarında Bosna’nın ayrı bir yeri olduğunu görüyoruz. Üç Yol filminde, Batman’da başlayıp Bosna Hersek’te duruyorsun ve oradaki mezalimin, soykırımın izlerini sürerek, bir yolculuğa çıkarıyorsun bizleri. Gerek belgesel filmlerinde gerekse kurmaca filminde (Üç Yol) Bosna senin için neden önemli ve bu ilgi ne zaman başladı?
Bosna’ya ilk ziyaretimi 2002’de gerçekleştirdim. O sıralar çok da profesyonel olmayan bir kamera bulmuştum. Bazı çekimler yaptım ve bunlardan bir belgesel çıkar mı diye düşündüm. O belgesel arayışında, birçok yer gezdim, çokça hikâye dinledim ve bunlardan fazlaca etkilendim. İlk dönem yazdığım senaryoları bu konuyla birleştirebilir miyim cesaretinde bulundum. Yazdığım ilk senaryo zamanla gelişti ve bir parçasına da Bosna’yı kattım. Senaryonun ilk taslağından sonra Bosna’daki toplu mezarlar ve kayıplar, hikâyeyi bu konu etrafında örmeye itti beni. İlk film için çok zor bir projeydi ve yapımcılığı, senaristliği ve yönetmenliği ben üstlenmek durumundaydım. Üç Yol’da teferruatlı bir hikâye vardı ve bu hikâyede 7 tane farklı mekân ilk film için oldukça zor bir projeydi. Türkiye ve Bosna Hersek arasında çekilmiş çok az film var, hatta bir sinema filmi hiç yapılmamış. Bu yönüyle Üç Yol, Bosna’yla ilgili ilk Türk yapımı olma özelliği taşıyor. Bosna’da film çekimleri devam ederken, Hatice annenin yer aldığı sahne var, bu anneyle tanışmamız bizi başka belgeseller yapmaya itmeye başladı. El-Cezire televizyonu, o annenin hikâyesini beğendiği için Kayıp Zamanlar Belgeseli’ni önce orası için yaptık. Daha sonra TRT’de bu belgeselin 5 bölümünün gösterimine onay verildi. Bosna’daki annelerimizin üçü vefat etti, iki tanesinin belgeselini yapmayı başardık ama bir tanesine yetişememiştik. Daha sonra Üç Yol’daki Hatice annemiz de vefat etti. Sonuç olarak Türkiye’de, Bosna’yla ilgili en fazla çalışma yapan bir yönetmenim.
Sinemaya önce kurmaca türde başlıyorsun daha sonra belgesel, ardından yeniden kurmaca uzun metraj ile devam ediyorsun. Kurmaca ile belgesel/gerçek arasındaki farkı, ilişkiyi tartışmak elbette uzunca bir mevzu. Yönetmenin durmak istediği yeri düşündüğünde kurmaca ile belgesel arasında bir seçim yapması seni zorlamadı mı? Bununla ilgili ne söylemek istersin?
İkisinin de (kurmaca ve belgesel) kendine ait farklı yönleri, disiplinleri var. Bana göre reklam hariç, tüm film türleri sinemanın içerisinde bir geçişkenlik, ilişki taşıyor. Reklamın kendisi bir yanıltma ve insanları kandırma aracı bence. Onun dışındaki bütün görsel anlatımlar sinema içinde bağdaşık bir yerdedir. Hatta kısa film bunun en üstünde olan bir türdür. Daha bağımsız bir iş ve bütçeye fazla zarar vermeyen bir yapısı var kısa filmin. Ancak yönetmenin dolaylı anlatımı ve bağımsız dili çok şahane kurabildiği bir türdür kısa film. Kabul etmeliyiz ki belgeselinde bir yönetmene muazzam derecede katkıları vardır. Belgeselin, oyunculuğu ve doğal hikâyeyi yakalama anlamında, beklenmeyen sürprizleri yakalayıp onları bir hikâye içerisinde, bir kurgu içerisinde anlatı haline getirebilmek, kurguyla onu seyirciye ulaştırabilmek kolay değildir. Bunu yapabilmek de bence çok önemlidir. Her zaman kurmaca yapalım, hikâyemizi kendimiz yazalım ve o hikâyeye destek bulup tamamlayalım. Ancak unutulmamalıdır ki belgeselin de yaşadığımız sosyal olaylara, toplumsal gerçeklere bakış açısı, kurmacadan daha fazla imkân sağlıyor yönetmene. Belgeselin sahip olduğu format, stilde, adı üstünde “documentary”(belge gerçeklik, gerçeği belgelemek) üzerinde çalışıyorsun, araştırıyorsun ve yeni bir bilgiye ulaşıyorsun. Neticede bu “belgeyi” insanlara sinematik bir form üzerinden aktarıyorsun. Peki, belgesel demek “yüzde yüz sanat mıdır”, bu tartışılması gereken bir konudur. Tam anlamıyla “belgesel” diyebileceğimiz belgesel türleri vardır. Belgesel film ya da tür, biraz daha mesaj kaygısı içerdiği için kurmacaya göre sanatsal anlamda daha alt konumda diyebiliriz. Yine de bazı belgesel türleri vardır ki yakaladıkları mesele ile ilgili toplumsal gerçekliğin üzerine çıkarak insanî bir durumu, bir meseleyle ilgili hissi, duyguyu yakalamış, birçok kurmaca filmden daha sanatsal bir yapıya sahip olabilmiştir. Sonuç olarak belgesel film, kurmaca filme göre daha zor bir iştir ama bazı belgesel yönetmenlerinin daha yaratıcı fikirlere sahip olduğunu düşünüyorum.
Üç Yol’a baktığımızda şiire, edebiyata meraklı bir karakter var. Ceviz Ağacı’nda da yine bir edebiyatçının hayat hikâyesinin ağır bastığını görüyoruz. Sanırım bunun sebebi az önce söylediğin gibi, edebiyatın senin hayatındaki yerinde saklı. Başka projelerin olsa yine edebiyata, şiire gönül vermiş karakterleri görecek miyiz? Sinemanda edebiyatın ve edebiyatçıların yerinin anlamı nedir?
Herkes kendi dünyasından bakıyor meselelere. Benim de dünyam edebiyat ve şiir üzerine… Edebiyatçıları yazı dünyasının, toplumun ve dünyanın en büyük imkânı olarak görüyorum. Bence çok özel kişiliklerdir onlar ve dertleri para olmayan nadir insanlardır, özellikle de şairler. Bunu para için yapmayan başka bir sanat ekolü maalesef yoktur. Resim, müzik, tiyatro, mimari ve sinemada her açıdan parasal bir ilişkinin varlığı söz konusu… O ilişkiye girmek istemek, ister istemez sizin sanatınızı da kirletiyor. Ancak şair ve edebiyatçı, bundan biraz daha uzak kalabiliyor. Roman yazarını buna dahil etmek doğru değil, çünkü bu işle uğraşanlar maddi kaygıları önceleyebiliyorlar. Şair halen bu hesapların içinde değil. Dolayısıyla yaşadığımız hayatta ümitvar olabilmemiz şairlerin varlığıyla mümkün. Paraya endeksli, sözleşmelere endeksli bir dünyanın, üretim çağının, tüketimin varlığının olduğu bir dünyada geleceğe dair umut etmek artık pek mümkün değil sanırım. Kapitalizm her şeyi kuşattı ve kuşatamadığı nadir kalelerden bir tanesi şiir ve edebiyattır. O yüzden buradan beslenmek bana daha gurur verici geliyor. Sinemada hayatın tamamı, bütün insanlar filmin parçası olabilir. Önemli olan bu unsurları nasıl ele alıp anlattığımızdır. Bazen edebiyatla ilgisi olmayan bir insanı anlatırsın ama yine edebiyat aracılığıyla anlatırsın, edebi bir anlatım ya da şiirsel bir anlatıdan yola çıkarsın. Bu defa da neden böyle bir anlatıma yöneliyorsun diye sorular sorulacak. Sonuçta sinemadan önce, ben bir edebiyatçıyım, şairim. Yönetmelikten önce böyle bir dünyam vardı. Şair olmak sadece bunu yazmak anlamına gelmiyor aslında. Yani şiir okuyan kişi, doğru şiiri okuyabiliyorsa kendisiyle ilgili yeni bir alan görebiliyorsa kendisi de bir şairdir, edebiyatçıdır. Günümüzde yazmak ciddi anlamda zorlaşıyor. Yazılar kaleme alan şairlerin, romancıların sayısı oldukça azalmaya başladı. İşte burada, okuyanların sayısının, varlığının yeni bir heyecan yarattığına odaklanmak gerekiyor. Bu şevk, bize yeniden yazma imkânı sağlıyor. Önemli olan böyle bir okuyucu kitlesinin, böyle bir ilginin her zaman taze olmasıdır. Özellikle sinemacıların bunu biliyor ve görüyor olması, takip etmesi çok önemlidir.
Bizlerinde özellikle sinema aracılığıyla cevabını aradığımız bir konu var. İslam dünyasının pek çok ağrı ve sancısı var. Kendi coğrafyamızdaki sorunları çözebilmede, yaraları dindirmede sinemanın nasıl bir misyonu olduğunu söyleyebiliriz?
Bana göre sinemanın böyle bir mesaj, misyon derdi olmamalıdır. Elbette sinema tarihinde mesaj kaygısıyla yapılan çokça film vardır ama bunlar tarihin, zamanın ötesine gidemez. Eğer bir sanat olacaksa bu, ideolojinin, günlük dertlerin, günlük meselelerin, ideallerin çok uzağında daha büyük bir meseleyi tartışmalıdır. O yüzden İran sinemasına baktığımızda toplumun dertlerini anlatıyor gibi görünse de aslında filmlerin esas meselesi toplumun meseleleri değildir. İran üzerinden yeryüzündeki bütün insanın bütün canlıların yarasına dokunabilmektir. Böyle bir derdin varsa bunu belgesel ile anlatabilirsin. İslam dünyasını veyahut da Ortadoğu’nun veya Arap ülkelerinin, İran’ın, Afganistan’ın meselelerini bir belgeselle çarpıcı şekilde, tarihi süreciyle anlatıp tarihi belgeselle ortaya koyabilirsin. Ama benim böyle bir kaygım yok, böyle tarihi bir anlatımın sinemamda karşılığı yok. Dolayısıyla filmlere bir misyon, hedef biçmek yerine, seçilen temanın çağları aşan anlamına ve anlatımına ağırlık verilmesi gerektiği taraftarıyım. Üstelik sinemada doğrudan tarihi bir figürü anlatmak pek beğendiğim bir yöntem de değildir. Tarihi bir figür varsa onu okursun tarih kaynaklarından. Onu canlandırmak veyahut da aynı şekilde perdeye uyarlamak beni heyecanlandırmıyor doğrusu. Öyle büyük bütçeli bir film yapmak yerine gençlerin hayal dünyasındaki kısa filmlere destekler sağlansa, sinema da daha iyi gelişir, o insanların yaratıcı dünyaları da.
Mecid Mecidi, son filmi Güneşin Çocukları’nda (Hurşid)bir yönetmenin otuz yılı aşkın sinema deneyiminde hakikat olgusu ile çocuk imgesi arasında ciddi bir bağ dokuyor. Bir yönetmenin film dilini anlamak için çaba sarf etmeye başladığımızda bazı izlere rastlıyoruz. Faysal Soysal bunca yıldır nasıl sinema dili, imgelemi oluşturmaya çalışıyor? Soysal’ın sinema dilinde ve ona kattığı anlamlar üzerinde düşündüğümüzde filmlerinde edebiyatın ve şiirselliğin izlerini görebilecek miyiz? Bir sinema felsefesi oluşturmak bağlamında yönetmen Soysal’ın akıttığı/akıtacağı ter için neler söyleyebilirsin?
Öncelikle şunu söyleyeyim: Bir filmde edebiyatçıyı, şairi görmekle filmin dünyası arasındaki dilin apayrı şeyler olduğunu anlamalıyız. Bütün filmlerinizde sadece şair karakterleri yerleştirebilirsiniz ancak filmin dili dediğimiz, yönetmenin dili dediğimiz mefhum başkadır. Bir filmde şair anlatılsa, bir filmde doğa anlatılsa, başka bir filmde de sadece gökyüzü ve su gösterilse biliriz ki, belli başlı anlatım tekniklerinden, biçimlerinden yola çıkılarak ortak bir dil olduğu anlaşılır. Ancak bu dile sadece yönetmen değil seyirci de karar verecektir. Faysal Soysal’ın Yasak Rüya kısa filminden Ceviz Ağacı’na kadar geçen süreçte yönetmenin bir dili, anlatımı, stili var mı yok mu diye sonuca varacaktır seyirci. Kendi sinema çalışmalarım için sürekli şu mantıkta film yapan birisiyim diyemem. Arayış içerisinde olmayı daha çok tercih ediyorum. Yeni yapacağım bir filmde belki bambaşka bir form, bambaşka bir biçim deneyeceğim. Bu, benim sinema dilim olmadığı anlamına da gelmemelidir. Bunu ayrıca tartışmaya açmak gerekir. Zamanımızda her şey hızla değişiyor ve sinema dili de değişiyor, evriliyor. Aynı zamanda bizler de sürekli değişiyoruz. Eskiden olsa evet, bu yönetmenin bir dili var, sürekli çocuk filmleri yapıyor ve sürekli bir dram anlatıyor. Bence böyle bir devir geçti çünkü yönetmenler her filmine farklı anlatımlar katabilir. Elbette yönetmenin dünyasında hep bir şeyler vardır, olmalıdır da. Benim de cevabını aradığım sorular var: İnsan ne için bu dünyada var, onun yaşamını anlamlı kılan nedir? Bir yönetmen olarak bunun peşinde olmaya, geleceğe ne bırakıyorum diye sorular sormaya devam edeceğim. Bunu çocuklarla da sorabilirim, başka canlılar üzerinden de sorabilirim. Esasında film yapmayı değerli kılan husus, hayata ve yaşanmışlığa dair aradığımız soruların devamı, merak unsurunun da sürekli canlı tutulmasıdır.
Türkiye sinemasında 1950’lerden başlayıp şimdiye kadar geldiğimizde, farklı dönemlerde bir sinema dili, yaklaşımı oluşturmaya çalışan yönetmenler oldu. 2000’liyıllardan sonra “Yeni Sinemacılar” diye adlandırılan yeni hareket başlıyor. Sence Türkiye sinemasında yakın zamanda bir dilin oluştuğunu söylemek mümkün mü? Yada bir sinema dili oluşturmanın gerekliliği hakkında ne söylemek istersin? Gerek teknik, biçim; gerekse muhteva anlamında kendi ülkemizde bir sinema dili oluşturma meselesine nasıl bakıyorsun? Sinemasal bir dil oluşturmanın önündeki engeller nelerdir?
Buradaki sorular epeydir üzerinde herkesin tartıştığı bir mevzu… Bir sinema dili oluşturmanın önünde bir engel yok bence. Bu, yaşadığımız çağla ilgili mesele olup bir dönem insanların “Milli Şuur” dediği bir dilden “Milli Sinema”ya uzanan meseleler vardı. Ancak bu meselenin günümüzde bir karşılığı, gündemi yok. Bizler daha çok yönetmenlerin bireysel sinema dillerini görüyor, okuyoruz. Ortak bir mili sinema dili görmüyoruz doğal olarak. Birçok ülkenin de bir sinema dili oluşturma anlamında problem yaşadığını sanıyorum. İran, Rusya gibi güçlü kültüre, geleneğe dayanan ülkelerde sinema dili oluşturmada pek problem yaşanmıyor. Bunun sebebini, kültürel birikimi zengin toplumların resim, müzik, en önemlisi de edebiyat üzerinden bir dile dayanma çabasında aramak gerekiyor. Ülkemizde sinema dili arayışının edebiyat üzerinden devam ettiğini söyleyebilirim, burada herhangi bir sorun yok. Ama sinemacılar şiire, edebiyata önem göstermeyip farklı şeyleri tercih etmeye başlarsa, festivallerde ön plana çıkıp ünlü olmanın, filmlerinin ödül almasının derdine düşerlerse sorunlar da beraberinde gelecektir. Memleket meselesini ciddiye alan, kendi ülkesinin, kendi insanının meselesini kendisi için bir varoluş problemi olarak gören yönetmenler ise sahnede olma, görünür olmadan uzaklaşıp bir dilin gelişimine katkı sağlamaktadır. Tam aksini düşünen yönetmenler de popüler kültüre hizmet etmeyi öncelemektedir. Bir sinema dili oluşturmak denince “iyi bir sinema akademisinin olması, iyi bir sinema eğitiminin olması, sinemaya ciddi şekilde bir yatırımın olması” akla getirilmelidir. Devlet olarak zaten böyle bir meseleyi çok ciddiye almadığımızı düşünüyorum, bunun sebebini ise sinema akademilerinin olmamasına, sinema eğitimlerinin yetersizliğine bağlıyorum. Bu sebeple Türkiye sinemasının ortak bir dilinin varlığının kısa vadede oluşacağı gözükmüyor. Ama yine de bireysel çalışmalar bence çok kıymetli… Bir yönetmenin kendi çizgisini, sanat anlayışını, inancını koruyarak bununla devam etmesi, küçük küçük de olsa filmlerini biriktirerek var etmesi geleceğe mirastır. Yeni yönetmenler, yeni nesiller bunları izlerlerse o zaman bu topraklara ait bir sinemadan söz etmiş oluruz. Bu topraklara ait bir dil oluşturan yönetmenler aynı zamanda dünya için de bir miras bırakmış olur. Dünya da kendi basmakalıp, ortak ve benzer filmlerini izlemek yerine, daha farklı daha zengin filmler izlemiş olur.
Bu soru sinemaya meraklı gençlerle ilgili. Sinemayla nasıl güçlü bir bağ kurmalıdır gençler? Özellikle de kısa filmler yapmak isteyen genç yönetmen adayları için neler söylemek istersin?
Burada izninizle Tarkovski’nin bir sözünü söylemek isterim. Sinema, eğlenmek için, hobi olsun diye yapılacak bir iş değil. Hakikaten insanın hayatını alan, bütünüyle onu kuşatan ve yok eden bir alandır. Gençler ileride büyük yönetmen olmak istiyor, iyi filmler yapmak istiyorlarsa, bunun bilincinde hazırlıklara başlamalıdır. İyi bir yönetmen olmanın yolu çok ciddi okuyucu olmalarından geçer. Hemen film yapmak yerine, sinemayı, dünyayı, edebiyatı tanımalıdırlar. Bazı yönetmenler vardır ki klasik eserler hiç okumamıştır ya da şiir okumamıştır. Peki, bu durumda, böyle kişilerden iyi filmler yapmalarını beklemek mümkün müdür? Belki bir iki tane iyi film çıkabilir, ya sonra? Bunu bilmiyoruz ve göremiyoruz. Hakiki yönetmenlere bakıldığında ise tam tersine dünyayı okuyan ve bilen, dünya edebiyatını, kendi ülkelerinin edebiyatını çok iyi tanıyan ve aynı zamanda insanını da iyi okuyan sanatçılar görürüz. Gençlerin de bu kişileri araması, okuması lazım ki, sinemayla güçlü bağlar kurabilsinler. Teknik olarak sinemanın dilini, biçimini, gelişim sürecini, kaynaklarını iyi bir şekilde bilmekle yola başlayıp bizatihi tecrübe etmeleri gerekiyor. Gözlerini korkutmak gibi olmasın ama sete çıkınca, kamera arkasında oturunca, senaryo yazınca ve film yapma eylemine girişince bu işin öyle kolay olmadığını da anlamaya başlıyorsunuz Anlatılan bir metnin, bir hikâyenin, kamerayla görsel olarak aynı şekilde kurulmadığını ilk tecrübesinde görüyor gençler aslında. Ve bundan ötürü daha sıkı çalışmaya hazırlanıyorlar. Bunu bilerek yola koyulan genç yönetmen adaylarının popülerliğe karşı uyanık olmaları gerektiğini hatırlatmak isterim. Ödüle, kalabalık seyirciye, alkışa fazla prim vermemesi lazım genç yönetmenin… Tabiî ki bunlar onun için bir ihtiyaçtır, her yönetmenin ihtiyacı olduğu gibi. İnsan sonuçta bunlarla mutlu oluyor, olmak istiyor, filmi izlendikten sonra alkışlanmayı bekliyor ama daha önemlisi filminin seyirci ile buluşmasını arzuluyor. Ancak kendi sanatını icra ederken, hangi durum ve olayların kendi sinemasal yaklaşımına gölge düşüreceğini sorgulaması, kendini sürekli eleştiriye tâbi tutması bence çok daha değerli bir tutumdur.
Ceviz Ağacı’nın festival süreci devam ediyor. Faysal Soysal şimdi ne yapıyor, başka projeleri var mıdır?
Evet, Ceviz Ağacı’nın festival süreci pandemiden dolayı maalesef halen devam ediyor. Birçok festivale gidemedi filmim, bazı festivallere ise yeni yeni katılabildim. Kosova Film Festivali, İzmir Buca’da Panorama Festivali, İtalya’da Torino Film Festivali ve Frankfurt Film Festivali’ne katılacağız. Festival süreci bir süre daha devam edecek. Yeni bir proje üzerinde çalışıyorum ama henüz başlangıç aşamasındayım. Yeni yazarlar, hikâyeler, fikirler keşfetmeye çalışıyoruz. İnşallah yeni şeyler yazmaya çalışacağız.
Böylesine keyifli bir sohbet için zaman ayırdın. Çok teşekkür ederim Faysal.
Bende çok teşekkür ederim, Allah razı olsun. Selamlar.