Ömer Karataş-
Allah insanı, yeryüzünün halifesi olarak yaratmıştır. Bu sebeple insan, dünyayı ve içinde yaşayan
her türlü canlıyı korumak, dünyanın imarında ve yönetiminde yaratılış gayesine uygun ameller
gerçekleştirmekle sorumludur. Allah, bu amacı gerçekleştirebilmesi için ona rehberlik edecek birçok
peygamber ve uyarıcı da göndermiştir. Tevhid çizgisinde olan bu damar insanoğlunun en güvenli limanı, sığınağı ve yol göstericisidir. Bununla birlikte tevhidi çizgiyi perdeleyen, bulanıklaştıran, bazen de bu çizgiye düşman olan birçok akım da insanoğlunun önünde bir engel olarak var lagelmiştir. İnsanoğlu, kendi yuvası olan bu dünyada tevhid merkezli, ahlâki ilkelerden müteşekkil bir düzen kurmakla sorumludur. İnsanoğlu hürdür. İnsan, diğer varlıklar gibi iradesiz değildir. İnsanoğlu ken disine çizilmiş sınırlar içerisinde sorumluluk alabilecek bir irade ile yaratılmıştır. Ancak irade sahibi bireyler ahlâki davranışlar ortaya koyabilir. Bu irade ona dünyayı imar edebilecek bir kabiliyet kazandırır. Bu kabiliyet insana kimlik ve kişilik kazandıracak olan şeydir. Bu sayede insan, içinde bulunduğu tarihi ve toplumsal sınırların üstüne çıkarak topluma ve dolayısıyla tarihe yön verebilecek, onları tevhid çizgisinde dönüştürebilecektir. Bugün peygamberliğin sona ermiş olması insanoğlunun rüştüne erdiğini, yaşayan bir rehber olmadan da
sorumluluğunun gereğini yerine getirebileceğini göstermektedir. Her insan kendi zamanının çocuğudur. Onu şekillendiren şey biraz da tarih, toplum ve gelenektir. İnsanoğlunu bunlardan bağımsız düşünemeyiz. Diğer bir deyişle insanoğlu kendini, içinde bulduğu bu ortamdan tamanlamıyla bağımsız kılamaz. “Kur’an’ın bütün ayetlerine bakıldığında, toplumun bireyden bağımsız olarak ele alınmadığı, bireylerden oluşmuş bir birlik olarak ele alındığı görülür. Yani toplum diye bir gerçeklik, toplumsal ruh ve bilinç diye bir olay var; ancak bu gerçeklik içinde bireyin gerçekliği ortadan kalkmamaktadır.”1 Tarih, gelenek, toplum, birey ve İslam arasındaki denge korunduğu müddetçe insan, halifelik sorumluluğunun gereğini yerine getirebilir. Ne zamanki bu denge herhangi bir yöne doğru bozulmaya başlar, işte o zaman tevhidî çizgiden sapma da beraberinde gelir. Bize sorumluluk kazandıran bu duruma rağmen tarih, gelenek ve toplum Müslümanların bugününü şekillendirmekte, o dönemin düşünce yapısı bugünün fikriyatını etkilemekte, dolayısıyla o gün biraz da şartların belirlediği birtakım ilkeler bugünü de belirlemektedir. Tarihimiz, geleneğimiz ve içinde yaşadığımız toplum inkâr edilemez bir geçektir. Ancak bu unsurların önümüze getirdiği hiçbir şey sorgulanamaz değildir. Müslümanın sorumluluğu bu sorgulamayı gerçekleştirmek, faydalı olanları seçerek zararlı olanları bırakabilmektir. İlk insandan itibaren Allah-u Teâlâ kendi yolundan giden insanlara “Müslüman” adını vermiştir. Bu adı taşımak bir şereftir. Ancak Müslüman ismiyle birlikte üzerimize almaya çalıştığımız her türlü isim, beraberinde getirdiği bütün pisliği Müslüman kimliğimizin üzerine boca edip onu perdeleyerek görünmez bir kimlik haline getirecektir. Bugün sağcılık, muhafazakârlık, ulusçuluk, antikapitalist Müslümanlık gibi tanımlamalar gerçek kimliğimizi perdeleyen sıfatlardır. Müslümanlar bu durumdan ancak üzerimize yapıştırılmaya çalışılan bu kimlikleri sorgulayıp reddederek kurtulabilir. Bugün saldırısı altında olduğumuz modern kavramlara Kur’an’dan delil bulmaya, ayetleri bu kavramların gösterdiği istikamette yorumlamaya gayret gösteren çevreler, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, Müslüman kimliğini bulanıklaştıran, törpüleyen bir işe imza atmış oluyorlar. Bu tür modern kavramlarla benzerlik gösteren ayetlerin bu kavramlara delil olarak gösterilmesi kabul edilemez bir durumdur. Sonuçta İslam’ın ortaya koyduğu her ilke kendi bütünlüğü içerisinde bir değer taşır. Bu bütünden koparılan bir değerin tek başına istenen sonucu vermesi beklenemez. “Bugün İslam dünyasında en büyük tehlike, nasıl bir dünyada olduğumuz/ yaşadığımız, gök kubbemiz, atmosferimiz ve iklimimiz hakkında düşünüyor, soru soruyor olmayışımızdır; çağın ruhu hakkında bir fikrimizin olmayışıdır. Zuhurunun şiddetinden dolayı özünü gizleyen “sekülerizm”in özünü kimse görmüyor; görenler de o her yerde olduğu için, olması gereken olarak görüyor.”2 Kendini çepeçevre kuşatmış olan bu gerçekliğin etkisinde kalan kişi sorgulamayı bir kenara bıraktığı için de kitaba uymayı değil kitabına uydurmayı tercih ederek var olanı kabullenmekte ve bunun delillerini Kur’an’da bulmakta zorlanmamaktadır. Sonuç olarak, tarihten günümüze insanların kimliğini belirlemede kavmiyet, ideoloji, ekonomi, gelenek gibi birçok unsur etkili olmuştur. Müslümanın kimliğini belirleyen temel şey ise din ve dininin kendisine kazandırdığı yaşayış tarzıdır. Bununla birlikte insanın yaşadığı çağ ve ait olduğu toplum da Müslüman üzerinde etkilidir. Temel mesele aidiyetleri tamamen inkâr etmek değil bu kimliklerin İslam kimliğinin önüne geçmesine, onu törpüleyip dönüştürmesine izin vermemektir. Bu hassasiyetin terkedilmesi Müslüman kimliğimize zarar verir, İslam’ı ise diğer unsurlara hizmet eden bir koltuk değneği konumuna iter ki bu durum asla kabul edilemez.
1Ejder Okumuş, Kuran’da Toplumsal Çöküş, İnsan Yay, 3. Baskı, İstanbul, 2007, s. 67
2İlhami Güler, Derin Ahlâk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2015, s.12-13