Ragıp Ergün-
Bütün bir toplumu bir ideal etrafında birleştirmek için insanların bu ideali benimsemiş olması gerekir. Bu ideal toplum düzeninin meydana gelmesi için de ideal insan tanımlamasına uygun insanlar inşa etmek sosyolojinin doğası gereği elzemdir. Bu ideal insana ve topluma ulaşma sürecinde insanların aslında kim olduklarına ve/veya olmadıklarına, ne tür bir geçmişe sahip olduklarına, “biz” ve “öteki” denildiğinde aslında kim ve ne kastedildiğine, dün, bugün ve gelecek derken aynı şeyleri nasıl düşüneceklerine kadar birçok alanın tanımlanması gerekecektir. Çünkü artık biyolojik olarak yaratılmış insanı sosyolojik ve hatta psikolojik olarak yeniden yaratma sürecine girmişsiniz demektir.
Bu yeni insanın icadı için kültür politikaları uygulanmıştır. Bu kültür politikalarının temel amacı insanın kendini tanımlarken kullandı ğı argümanlarını değiştirmesi ve bunun da sosyal hatta çeşitli davranış kalıpları ile meydana gelmesinin sağlanmasıdır. Çünkü her ideolojinin kendisini test etme alanı sosyal alandır ve orada var olmadığı sürece yaşama ve gelecek nesillere aktarılma imkânı yoktur. İşte bu yüzden “ben kimim” sorusunun cevapları hazırlanıp en başta eğitim politikaları
aracı ile genç dimağlara yerleştirilmesi gerekmektedir.
Modern kimlik politikaları uygulanırken devlet eli ile ihyacı değil inşacı devlet politikaları
uygulanmıştır. İnşacı kültür politikaları, mevcut kültürel yapıyı ideolojik öncelikleri açısından sakıncalı bulup yeni bir kültür yaratma çabası içinde olmayı ifade ederken, ihtiyacı kültür politikaları mevcut ya da yok olmaya yüz tutmuş bir kültürel yapıyı tahkim etmeyi ya da canlandırmayı amaçlayan kimlik politikalardır. 1
1.Kimlik Kavramı
Kimlik (identity) kavramı Latincede “aynı” anlamına gelen “idem” ve Fransızca “ayniyet” anlamına gelen “identié” kelimesinden türeyen bir kavramdır. Kimlik, bireyin, toplumun veya örgütlü herhangi bir yapının ne olduğu, nasıl olduğu, niçin olduğu ile birlikte aynı zamanda ne olmadığı, nasıl olmadığı, niçin olmadığının ortaya konması ve bu olma/olmama durumları üzerinden kendilerini tanımlamalarıdır. Kimlik, çok boyutlu ve çeşitli bir kavramdır. İnsanlar birden fazla kimliğe sahip olabilirler. Hepimiz, içimizde bağlılık için savaşan, potansiyel olarak çelişik bir dizi kimlikle yaşarız; erkek-kadın, milliyetçi-çevreci, Doğulu-Batılı… Dolayısıyla muhtemel aidiyetimiz de bu şekildedir; bu bağlamda kimlik, bazı insanlarla nelerinizin ortak olduğuna ve sizi başkalarından neyin farklılaştırdığına ilişkin ait olma sorunudur. 2 Bu ait olma ya da tanımlama/
tanımlanma sorunu, insanın toplum içinde farklı aidiyetleri ile birlikte o toplumun içinde “ait” veya “öteki” olma sorunudur.
Kimlik, kişinin bir insan olarak kendini tanımlayan temel nitelikleri anlaması gibi hususları
gösterir ve kısmen tanınma veya tanınmama, çoğu zaman da başkalarının yanlış tanıması yoluyla
insanların veya toplumun onlara kendileriyle ilgili aşağılanan, kerih görülen bir imaj yansıtmaları halinde, insanların veya grupların zarar görmeleri söz konusu olabileceği gibi, tanınmama yahut yanlış tanınma, insanı gerçeği yansıtmayan ve çarpıtılmış bir kimliğe hapsederek baskıya dönüşebilir.3 Bireysel kimlikler için kullanılan bu tanımlama aynı zamanda aynı aidiyeti benimsemiş toplumlar için de geçerlidir. Yanlış algılama/algılanma durumu egemen unsurlar için bir tanımla ma/tanımlanma aracı olarak da kullanılabilir.
En genel anlamıyla kimlik, kişinin kendini tanımlama biçimidir. Kimlik kişinin veya grubun kendini tanımlama argümanlarının ne olduğuna göre de farklılaşan bir olgu halini alır ve bu mânâda tanımlama biçimi, tanımlanan kimliğin kapalılığını ve açıklığını belirlemede önemli bir unsur halini almaktadır. Bu bağlamda kimlik tanımlamasında karşılaşılan iki belirgin tanımlama yöntemi karşımıza çıkmaktadır. Biri dışlayıcı, ötekileştirici bir kimlik tanımlaması iken diğeri daha çok katılım ve dayanışmayı ön plana alan4 tanımlama biçimidir.
Kimlik, paylaşılan yaşam dünyasından kaynaklanan aidiyet ve dayanışma duygusuyla tanımlamak yerine, “öteki”ne karşıtlık üzerine odaklanır: “Biz” paylaşılan deneyimler, ortak hedefler ve kolektif ufuk çerçevesine referansla değil; aksine, ötekinin yadsınması esasına dayanılarak tanımlanır. Kimliklendir me, “Biz” ve “Onlar” ikili tipolojisi ile ötekiliğin empoze edilmesi yoluyla gerçekleşir. “Biz”in saflığı ve istikrarı önce ötekiliğin adlandırılması, daha sonra kötülenmesi ve en sonunda da tamamen ortadan kaldırılması sayesinde garantilenir. “Biz onlardan farklıyız” iddiasıyla ötekiliğin empoze edilmesi… Grubun tanımlayıcı karakteristiği üyelerinin ortak olarak sahip oldukları şeyler değil, onları diğer gruplardan ayıran şeylerdir.5
1.1.Milli Kimlik
Farsça ve Türkçede nation ve national için de kullanılan bu kavramlar aslında eski dinsel-siyasal topluluk anlamındaki milla ya da millet sözcüklerinden “millet” ve “milli” kullanılmaya başlanmıştır. 6Yani milli; dini ve siyasi bir oluşumu, millet sözcüğü ise dini ve siyasi anlamda bir araya gelmiş insanlar topluluğunu ifade etmektedir. Millet kelimesinin modern mânâsıyla “nation” karşılığı olarak kullanılması oldukça yenidir. Eskiden bu kelime, İslam dinine girenlerin teşkil ettiği büyük cemaati ifade ederdi. Nitekim ümmet kelimesi de bir kökten gelen insanlar demekti; Ümmet-i Muhammed, Peygamber nesli olduğu halde sonradan bu iki kelime mânâlarını değiştirdi; “ümmet” bütün İslam cemaati, millet de İslam cemaatinde ayrı ayrı asırlardan gelen kolları ifadeye başladı.7
Millet kavramı Türkiye toplumunda da anlamsal bir dönüşüm yaşamış, daha kültürel bir anlam içererek “bir milletin kendisine özgü düşünüş ve yaşayış biçimi, dil, töre ve gelenekleri, toplumsal değer yargıları ve kuralları ile oluşan özellikler bütünü, milli hüviyet” 8 olarak tanımlanmıştır. Aslına bakılacak olursa millet kavramının içindeki din olgusu tamamen yok sayılmamış ya da tanımın dışına itilmemiştir, sadece millet kavramının asıl anlamında din esas ve belirleyici unsur iken, günümüzdeki anlamı itibariyle esas değil, kültürün bir argümanı durumundadır.
Milli kimlik kavramının veya millet kavramının bu şekildeki tanımlanması aslında milli kültürün tanımıdır.9Bizde özellikle Cumhuriyet sonrası yaşanılan devrim ve bu devrimin her alana nüfuz süreci ile beraber kavramlar da da bu şekilde anlam kaymaları yaşanmıştır. Millet kavramının bu dönüşümü modern devlet ile beraber yaşadıktan sonra dar ve geniş mânâsıyla çeşitli şekillerde tarif edildi; fakat bu mefhumun, birbirinden esasta ayrılık gösteren, biri hukuki-siyasi, diğeri ilmî olmak üzere başlıca iki tarifi olduğu kabul edildi. Hukuki-siyasi tarife göre, millet, belirli coğrafi sınırlar içinde yaşayan, bir resmi dili olan, müşterek kanunları bulunan insanların meydana getirdiği birliktir. Burada, bir insan topluluğuna millet denebilmesi için aranan hususiyet, topluluğun siyasi istiklale sahip olmasıdır.10
1.2.Etnik Kimlik
Etnisite, Yunancada halk anlamına gelen ethnos kelimesinden türetilmiştir.11 Ethnos teriminin ortak köken, doğum yeri, kabile, kavimler veya bu insanların yaşadıkları bölgeyi tanımlamak için kullanılmakta olduğu düşünülebilir.
Etnik kimlik bağlamında önemli bir yer arz eden etnisite (etniklik) kavramını De Vos, “aynı kültür boyutunda yer alan bir insan grubunun, sübjektif, sembolik ve amblematik amaçlarla, grup içinde dayanışma sağlamak ve öteki gruplarla farklılıkları vurgulamak için kullandığı etnik kimliğin içselleştirilmesi ve davranışa dönüştürülmesi durumudur” 12 şekilde tanımlamaktadır. Yani etnik kimlik bilincinin oluşması, bu bağlamda “öteki”nin ve “beriki”nin belirlenip içselleştirilmesi ve bu durumun davranışa dönüşmesi durumudur.
Etnisite kavramının temelinde, kültürel olarak farklı olmak yatmaktadır. Kültürel sembollerden faydalanan etnik grup, gruba dâhil edilme ya da gruptan dışlanma kriterlerini kendi belirleyen ve öznel olarak kendi bilincini oluşturmaya çalışan bir topluluktur; fakat iki grup arasındaki kültürel farklılık, o iki grubun etnik olarak farklı olmasını gerektirmez. Diğer bir ifadeyle, kültürel farklılık tek başına etnisitenin ayırt edici özelliği değildir. Etnisitenin oluşabilmesi için grupların asgari düzeyde bile olsa birbiriyle temas etmesi ve kültürel olarak birbirilerinden farklı oldukları düşüncesine sahip olması gerekmektedir; etniklik ya da etnik kimlik öznel, bireysel bilincin yanı sıra üst grup olarak ya da en azından öteki gruplara eşitlik noktasında tanınma ilişkisiyle doğrudan ilişkilidir. 13 Bu koşullar sağlanmadığı sürece etnisite oluşmaz. Etnisite olma bilincinin olmadığı bir toplulukta etnik kimlik bilinci de oluşmayacaktır.
1.3.Ulusal Kimlik
Latince natio kelimesinden türetilmiş olan ulus (nation) kelimesi, başlangıçta “doğum yerini” ifade etmek için kullanılmıştır. Natio, Antik Roma’dan gelen alışılmış bir terimdi ve ilk başta, her türlü grubun önemli bir özelliği olarak “doğum” veya “soy” anlamına geliyordu. Cicero, toplumun belli bir kesimini, yani aristokrasiyi tanımlamak için kullanıyordu bu terimi; Plinty’ye göre ise belli bir ekole ait filozoflar bir natio’ydu.14
Nation (ulus) terimi uzun süredir vardır ve üstelik devlet teriminden daha eskidir; fakat çağdaş kullanımına dönecek olursak -yani tüm bir toplumu kapsadığı duruma- o zaman bir ulusu devlete gönderme yapmadan tanımlamanın hemen hemen mümkün olmadığı görülür. Bu açıdan bakılınca uluslar hâlâ çok genç kabul edilebilirler. 15 Ulus kavramı günümüzde kullanılan anlamı ile belli bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, mekân gibi unsurların biri, birkaçı ya da hepsi üzerinden tanımladığı siyasi ve kültürel bir birimdir.16
Bir ulus, Renan’a göre maddi şartlardan yola çıkarak tatmin edici bir şekilde açıklanamaz, oluşturulamazdı. Renan şu sonuca ulaşıyordu: “ulus bir ruh, zihinsel bir ilkedir. Bu ilkeyi oluşturan aslında tek ve aynı olan iki şeydir. Biri anıların korunması, diğeriyse güncel geçerliliği olan bir anlaşma, beraber yaşama arzusudur… o zaman bir ulus, geçmişte yapılmış ve gelecekte yapılmaya hazır özverilerle desteklenen, özel bir akrabalık duygusuna sahip genişletilmiş bir topluluktur. Bir ulus bir geçmiş farz eder; ama geçmiş bir somut gerçek üzerine kurulmuştur: Anlaşma, yani hep birlikte bir yaşamı devam ettirme arzusu.”17
Gellner, ulus, bir topluluk halinde varolmayı kendi iradeleri ile seçen gruplardır, 18demektedir. Bu bağlamda Gellner’e göre “ulusçuluk, ulusların bir ürünü değil, tam aksine ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir. Kabul etmek gerekir ki, ulusçuluk önceden varolan, tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki kültürün içinden bir seçim yapıyor ve onları çoğunlukla tamamen dönüştürüyor olsa bile bu kültürel zenginlikten yararlanır. Ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali eskiye ait olduğu sanılan bir takım saf özellikler gündeme gelir.”19 Gellner’in bu tanımı yukarıda çok kez değinilen ulus inşa etme sürecinin genel ve kapsamlı bir tanımıdır. Risorgimento’dan20 sonra, 1861’de İtalya birleştiği zaman, bu birleşmenin önemli mimarlarından olan Massimo d’Azeglio21 ünlü bir sözünde şöyle der: “İtalya’yı yarattık, şimdi sıra İtalyanları yaratmada.”22
Modern Kimlik: Gerçekliğin Yeniden Yaratılması
Batı’da bir liman şehrinde askerlik yapmaya gittiğimde bir kimliğim, bir kişiliğim ve hayata dair gerçeklik algım vardı. Nizamiyeden içeriye girdiğimde bir asker, sivil olan ne varsa bırakmamı söyledi ve bende ceplerimde ve çantamda ne varsa boşalttım. Bunlar maddi ve somut olanlardı. O yeni mekâna gittiğimde ben bir kişiydim ve sahip olduğum bir kişilik vardı. (Tıpkı doğduğumda doğal olarak “insan” olmam gibi.) Nizamiyede bunları da bırakmam gerektiğini bilmiyordum, tıpkı modern dünyaya doğduğumda fıtratımı da bırakmak zorunluluğunu da bilmediğim gibi. O yeni yaratılmış mekânda bin kişi yeniden kimlik ve kişilik taksimi yapılarak, “yeni hayata” ve yeni hayatın gerçekliklerine, yeni kimlikleri ile yollandılar. Bazılarımızın adı er, onbaşı, çavuş vs oldu. Bütün yeni insanlar olarak eşittik ancak bazıları daha eşitti.
Bu isimlendirmeler sadece bir kurumun işleyişi adına hiyerarşik bir yapılanmayı ifade etmemekteydi. Modern şekilde yapılandırılmış bütün kurumlarda aynı şekilde bu durum söz konusudur. Kavramlar icat edilir, yeni insanı inşa edecek tasnifler yapılır ve geçmiş, gelecek idealleri üzerinden bugünü, yaratılmış gerçeklik üzerinden yaşamaları beklenir. Bu durum, modern aile, bilim, tarih, toplum, din vs hepsi için geçerlidir.
Kimliklere eskiden “kafa kâğıdı” denirdi, çocukluğumda bu kavramın neyi ihtiva ettiğini çok fazla anlamazdım. Sonra anladım ki insanı asıl tanımlayan temel uzvu kafasıdır. İnsanın kafası görünüşündeki biricikliğinin göstergesi, kafanın içindeki fikir, düşünce, kanaatler ise hayatı nasıl anlamlandırdığı bağlamında kendisi gibi olmayandan alandır.
Askerde büyük bir birlikte iseniz, yeni biriyle tanıştığınızda, bir süre sonra insanların yüzlerine bakmayı bırakırsınız, insanların kollarına ve omuzlarına bakmaya başladığınızı fark edersiniz. Anlarsınız ki yaratılan gerçeklik ve yeniden tanımlanan kimlik ve kişilik bağlamında yeni davranış kalıpları insana tebelleş olur. Başka bir gerçeklik yaratılmıştır. Sonra bu gerçekliğin zorunlu birlikteliği devam ettirebilmek için zaruri ve basit davranış kalıplarına dönüştüğünü müşahede edersiniz.
Günümüz dünyasında ceplerimizde birden fazla “kim”lik, kafa kâğıdı var ve bizleri tanımlıyor. Bizden beklenen gerçekliği yaratılmış ortamlarda bu kimliklere uygun davranış kalıpları sergilemektir. Bazen bazı kimlikler zaman ve mekândan münezzehtir. Vatandaş olmak zaman ve mekân tanımaz. Okulda öğretmenlik yetmez, dışarıda da eğitici “onurunu” korumanız beklenir. Bunlar hep suni kimliklerdir. Organik kimlikler günümüz dünyasında kuşatma altındadır. Gerçekliklerimiz bu suni kimliklerle bağlantılı olarak yaratılır.
Modern dünyada beyaz yakalılar, mavi yakalılar ile başlayan yeni gerçeklikler icat etme süreci üniformalar ve ceplerimizde taşıdığımız kimlikler ile başka bir boyuta taşınmıştır. Bir terör örgütüne zorla ekmek veren imamın korkudan polise gitmemesi üzerine babasını jandarmaya şikâyet eden korucu oğul:23 hayırsız evlat, makbul vatandaştır. Bu ve benzeri olaylar münferit meselenin dışında, yaratılan yeni gerçeklikler içinde, bu gerçekliklere teslimiyeti gösteriyor. Her gerçeklik bir kimlik yaratır, her kimlik de yeni bir gerçekliği. Ki zaten Firavunun sihirbazları var’ı yok, yok’u da var gibi göstermez miydi?
1Hüseyin Sadoğlu, “Türk Siyasetinde Bir Çatışma Alanı Olarak Kül tür” Uluslararası Osmaneli Sosyal Bilimler Kongresi, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Yayınları, 2016, s.275.
2Sibel Karaduman, “Modernizmden Postmodernizme Kimliğin Yapısal Dönüşümü” Journal of Yaşar University, 2010, 17 (5), s. 2887.
3 Selçuk Erincik, “Kimlik ve Çok Kültürlülük Sorunu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:2 (2011), s.222
4Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı, (Çeviri: Hüsamettin İnaç), Adres Yayınları, Ankara, 2005. s.2
5A.g.e., s.8
6Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Söylemi, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2007, s.61.
7Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, s.169-170.
8Nevzat Köseoğlu, “Milli Kimlik ve Tezahürleri”, Türk Kimliği, (Editör: Çağatay Özdemir), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, s.9.
9A.g.e., s.10.
10Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, s.221-222.
11Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, s.30.
12A.g.e., s.31.
13A.g.e., s.31.
14Hagen Schulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, (Çeviri: Timuçin Binder), Literatür Yayıncılık, İstanbul, 2005, s.99.
15A.g.e., s.99.
16 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, Tan Kitapevi Yayınları, Ankara, 2010, s.19.
17Hagen Schulze, A.g.e., s.97.
18Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, (Çeviri: Büşra Ersanlı Behar, Günay Göksu Özdoğan), İnsan Yayınları, İstanbul, 1992, s.102.
19Ernest Gellner, A.g.e., s.105.
20Risorgimento: 1750’den 1870’e kadar olan dönemi kapsayan, İtalya’da politik canlanma, birleşme ve özgürlük hareketi, “İtalyan Rönesansı”nın adıdır.
21Massimo d’Azeglio: 1798-1866 yılları arasında yaşamış İtalyan devlet adamı, yazar ve ressam.
22Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı, s.12.
23https://www.aksam.com.tr/guncel/evinden-erzak-alan-tero-ristleri-bildirmeyen-imam-aciga-alindi/haber-780648