Altan Murat Ünal-
Toplumsal eleştiriyi, ilkeleri hedef alan sosyal, siyasal hareketler bireylere nasıl ve hangi yollarla
kimlikler giydirmeye çalışmaktadır? Bu kimlikler bazı kesimlerin dışlanması veya önemsenmemesi şeklinde oluşmuyor mu? Tikel bir kimlikle bugünü, geçmişi açıklamak ne kadar doğrudur?
Bu sorular ayırıcı siyasal kurumsal sorulardır aslında. Hepsinin merkezinde “kimlik” durmaktadır.
Kimlik kavramı Sokrates’in “kendini tanı”sından başlayarak Freud’a gelinceye kadar felsefenin öncelikli sorunu olmuştur. Küreselleşmenin sonuçlarının etkin bir şekilde hissedildiği, modernite ve
postmodernite söylemlerinin tartışıldığı günümüz toplumlarında da kimlik sorunu yeniden gündeme gelmiş; bir yandan yeni kimlik arayışları sürerken diğer yandan da farklı kimliklerin bir arada var olabilme anlayışları tartışmaların merkezine oturmuştur. Kimlik; kişilerin, grupların, toplumların “Kimsiniz?” sorusuna karşı “Ben falanım.” şeklinde ortaya koydukları aidiyet merkezli bir tanımdır. Kimlik, kolektif aidiyetlerden insanların katıldıkları, hayalleri, arzuları gibi hayattaki duruş yerlerini bildiren niteliklerin toplamını belirtir. Kimlik kişilerin niteliklerinin tümüdür ve bireysel bir tercih veya bir istek üzerine temellendirilir; dayatmayla giydirilmiş kimlikler bir yana bırakılacak olursa.
Kimliği, farklı boyutlarda gruplandırmak mümkün olabilir: Birincisi, bir nesnenin kendisi ile özdeş olması halidir. Bu anlam boyutu “ayniyet”tir. İkincisi, bireyin bir kolektifle özdeşleşme ilişkisi
üzerinden tanımlanması halidir ki kavramın bu boyutu “aidiyet”tir. Üçüncüsü, bireyin kim olduğu
hakkındaki hukuksal, bürokratik vs bilgilerin toplamıdır. Dördüncüsü ise bireyin psikolojik mânâda “kişilik kazanma”, “kendi olma” sürecidir. Kimlik kavramının önemli iki boyutu ayniyet ve aidiyettir kuşkusuz. Kimlik merkezli siyasal, kuramsal tartışmaların odağını da bu iki boyuta atfedilen içerik ve yapıların farklı değerlendirilişleri oluşturmaktadır. İşin nirengi noktası şudur belki de: Kimliğe yönelik olarak gerçek bir “öz”den söz edilebilir mi; yoksa kimlikler, toplumsal kurgu yapılar mıdır? Bu soru, ardından başka soruları beraberinde getirmiyor değil: Birey objektif olarak bir gruba mı aittir? Bu objektif aidiyet bireye dışarıdan dayatılan özellikler kaldırıldığında bir
tür gizli ayniyet olarak mı ortaya çıkar? Her siyasal ve sosyal hareketten dışarıdan dayatılan özellikleri ortadan kaldırıp bireylere gerçek kimliklerini iade etmeleri beklenir mi? Kimliklerin yapısının birbirine bağlı beş temel özellik çerçevesinde tanımlanabileceği söylenebilir: Birincisi, kimlikler öznel oldukları kadar nesnel bir yapıya da sahiptir. Kimlikler değiştirilebilir, terk edilebilir yanılsamalardır, dense de kimlikleri değiştirmek, terk etmek kolay değildir.
Türk olmak, erkek olmak gibi klişelerin uzağında durulsa bile, hayatın birçok alanında davranışlar, tercihler bu nosyonlara göre belirlenmektedir. Hele, kimlikler değişse bile, içlerinin boş olması düşünülemez. “Sağanak yağmurda sokak ortasında duran şişeler gibi; içlerindeki suyun alaşımı sürekli değişse de hiç boş kalmıyorlar.” diyenler kimlik adı verilen karmaşık örgünün yalnızca bir ucunun bireylerde olduğunu, diğer ucunun kolektiflere uzandığını ve dolayısıyla yaşanılan toplumda boş kimliğin mümkün olmadığını ileri sürerler.
Her kimlik bireyleri anlatan birer hikâyedir aslında. Nesnel bir işlev gördükleri kuşkusuzdur. Gerek insanın kendi kendini tanımlamasında ve gerekse başkaları tarafından tanımlanmasında temel bir rol oynamaktadır kimlik.İkincisi, kimlikler soru-cevap ilişkisi bünyesinde ortaya çıkar genellikle. Bu şekilde bireyler büyük harfli öznelerde kendilerini yeniden tanımlar ve soru-cevap ilişkisi sonrasındaki çağrıya bir özdeşleşme ile cevap verirler. Üçüncüsü, kimlikler bazı farklılıkların bazı farklıklar lehine arka plana itilmesi yoluyla oluşur. “Postmodern” diye adlandırılan toplumsal-kültürel dönem farklılıkların özdeşliklere nazaran ön plana çıktığı, aklın yerini bazı kaynaklardan beslenen değişken öznelerin aldığı, aklın bu farklılıklara göre konumlandırıldığı bir dönem olarak tanımlanır. Gerçekten de bu dönemde eksenler saf şekilleriyle değil; birbirleriyle kombinezonları sayesinde kabul görmektedir genellikle. Psikolojik bulgular, insanların birbirlerini gruplar üzerinden algıladıklarını göstermektedir.
İçinde yaşanılan toplum biçiminde daha bölücü, karşıtı daha belirgin kimlikler çağrı gücüne sahiptir. “Bütün ezilmişler! Birleşiniz!” seslenişi belki bölücü ama yaşanılan ayrışmış toplum biçimine oranla hâlâ çok soyuttur. Kimlikler birer kurgu yapı olmakla birlikte bir ya da daha fazla
“öz”den beslenen işaretlendirme mekanizma larıdır aynı zamanda.
Postmodern dönemde her kimlik hâlâ var olan veya potansiyel başka kimlikleri kenara itmek
suretiyle ayakta kalabilir. Çünkü bir fark, diğer farklılıklar aleyhine mutlaklaştırılmadığı takdir
de kimlikler çağrıcı güçlerini elde edememektedir. Yine kimlikler ancak ikilik mekanizmaları
içinde anlam kazanmakta, bu nedenle de her kimlik kendi ile birlikte karşıtını da oluşturmak ve hatta yaşatmak zorunda kalmaktadır. Dördüncüsü, kimlikler hiyerarşik bir sistem içinde hizmet görürler. Kimlikler bir dizi kimliğin bir arada işlemesiyle var olsalar da hiyerarşik bir yapıya sahiptir ve “merkez-üst kimlik” kişilere, gruplara göre değişmektedir. Zira bireylerin tek bir kimliği yoktur. Her birey birden fazla kimlik kaynaklarının bileşimlerinden oluşan bir bütünü kendi kimliği olarak benimser. Etnik, dini, kültürel, mesleki… Bu çoğul kimlikler farklı alanlarda tek başlarına etkin olabilmektedir.
Ancak bireyler tek bir kimlik üzerinden en etkilibiçimde çağrılmakta, siyasal hareketlere katılmakta, tercihlerine tek bir kimlik merkezinde yön verip diğer kimliklerini bu merkez kimliğin lehine bastırmakta veya yönlendirmektedir. Bu kimlik bireyin “merkez-üst” kimliğidir. Beşincisi, kimlikler göreli ve bir karşıta oranla konumlanan adlandırmalardır. Bir tarafta ezilen insan kimliği var ise diğer tarafta ezen insan kimliği var demektir. Bu görelilik kimliklerin hiyerarşik sıralamasında da vardır. Birinin önemsemediği kimlik, diğerinin “merkez-üst” kimliği olabilir.
Kimlik konusunun gizli boyutu kimlikte karşıtlık ilkesinde yatar aslında. Kimlik biraz da kimlere, nelere karşı olunduğu ile anlaşılır çünkü. Rasulullah’ın “Ben şöyle şöyle yapanlardan uzağım.” şeklindeki açıklamaları kimlikte karşıtlık ilkesine göre bir konumlanmadır. Peki, kimlikler iddia edildiği derecede belirleyici ve aynı zamanda değiştirilebilir yapılar mıdır? Böylesi paradoks bir çerçevede kimlikler nasıl bir işlev görmektedir? Kimlik kavramı özellikle göç, din, milliyetçilik, etnisite ve cinsiyet araştırmalarında neredeyse vazgeçilmez bir kavram olarak literatürde yerini almıştır, dense yanlış olmaz. Günümüzde kimlik algısı konusunda kavramsal bir değişim gözlemlenmiş, kimlik kavramının eksenleri değişmiştir. İnsanın içinde yaşadığı topluma, kültüre karşı bir tutunma aracı olan kimlik olgusu, modernizmden postmodernizme kadar geçen süreçte yalnızca değişmekle kalmamış, aynı zamanda kavramsal olarak çeşitlilik de göstermiştir.
Ya Müslümanlar? Onların kimlikleri ne halde acaba? “Müslümanlar modern zamanlarda yenilgi ve
çöküşlerine defansif, reaksiyoner ve indirgemeci bir apoloji ile tepki vermişlerdir.” görüşünde olanları doğrulamamak mümkün değildir. İçinde yaşanılan dönemin tarihsel bir kırılma
ânına tekabül ettiğini söylemek yanlış olmaz. Müslümanların hayata dair ideallerinin büyük
çoğunluğu artık İslam’ın değil; modern zihniyet dünyasının İslam’la süslenmiş idealleridir. Bu
durum dünyevileşmenin açık bir göstergesidir aslında. Bu nedenle günümüzde Müslümanların kendileri ile ilgili bir gelecek tasarlama hususunda yine kendilerine ait bir iradenin belirleyeceği rolden söz etmek zor gibi görünüyor. Görüntüye indirgenmiş yeni bir dindarlık anlayış içinde olan ve her düşünceye yatkın prototip insanlarla karşı karşıyadır modern zamanlar.
Öyle ki Müslümanların hayatının akış yönünü gösteren; onların sevincini, zevkini, umudunu
ve mutluluğunu belirleyen ve anlamlandıran artık modern ideallerin kendisidir. Örneğin bazı farzları yerine getirecek, ancak zaman ayırarak değil, bunu zaman bulduğunda yapacaktır. Dindarlığı belli günlerde, belli aylarda yoğunlaştırarak adeta bir karnaval havasında zamanını geçirecektir.
Her şeyin hızla tüketildiği günümüz dünyasında artık kimlikler de tüketilir hale gelmiştir. İnanç ve
ilahi buyruklardan uzaklaştıkça değersizleşmektedir insan. “Kimlik Dönüşümü” adlı kitabımızın
önsözünde dile getirildiği gibi tıpkı: “Çürüyen, çöken birey… Çözülen aile, toplum… Dağılan cemaat… Direnişçi ruhun dönüştürücü damarının yerini alan muhafazakârlık, renksizlik… Heyecansız, hareketsiz, ilkesiz kalabalıklar.. Dinde beraberliği yitirmiş, doğru din algısından uzaklaşmış ümmet… İlimden, irfandan, tefekkürden yoksunluk; başıboşluk, kayıtsızlık…” Giydirilmiş, tayin edilmiş kimliklere göre davranan milyonlar… Endişelerden uzak kalmak ve imkânlardan olabildiğince yararlanmak için revaçta olan kimliklere sıkıca sarılma arzusunda
olan eyyamcılar…
Hemen her şey Müslüman kimliğini etkiliyor mu? Müslümanların birçoğu İslam ahlâkının onaylamadığı durumlara karşı kalbi mesafe koymakta zorlanmaktadır maalesef. Bu ise onların değişimini kolaylaştırmaktadır. Değişimle birlikte “İslam merkez-üst kimliği”nden de uzaklaşılmaktadır çoğu zaman. Değişimi iki aşamalı bir süreç olarak tanımlama mümkündür. Birincisi bazı eşyaların, kıyafetlerin vs değişimidir ki bu tür değişimler hızlı ve yüzeysel oldukları kadar bunların etkileri de sınırlıdır. İkinci aşaması ise orta ve uzun vadede insanların, toplumların ana karakterinin ve duyuş biçiminin dönüşmesi, başkalaşmasıdır. Bu derin değişimdir ve etkisi kalıcıdır çoğu zaman. Değişim ile tekâmül arasında da bir ayrım yapmak gerek. Her değişim, insanı bizatihi tekâmüle götüren şey demek değildir. Dikey değişim, belli sabitelerin rehberliğinde istikrarlı bir erdemlilik mücadelesi vermeyi gerekli kılar.
Burada insanın yolculuğu geçmişten geleceğe değil; aşağıdan yukarıya doğrudur hep. İslam’ın
tanımladığı hayat atalet ve miskinlik değil; dinamik bir arayış ve cihad üzerine kuruludur.İnsanın amaç ve pratiklerini sürekli sorgulaması, ahlâki ve fikrî olgunluğa ulaşmak için gayret göstermesi de cihaddır. Cihad ise dinamik bir süreçtir. Modern toplumların yatay hareketliliği tek boyutlu bir yayılmayı hedeflediği için maddi alandaki değişimler gerçek dinamizm olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Değişim aşağıdan yukarıya doğru dikey bir dönüşüm olmakla birlikte aynı zamanda içeriden dışarıya doğru ilerleyen bir süreçtir. Bu bakış açısı ile değişimin kendisinden çok değişimin öznesine öncelik verilir. Yani birey ve toplumları değişimin önünde savrulan bir nesne olmaktan
çıkarır, onlara özgür bireyler olarak sorumluluk yükler. Toplumun dönüşmesi insan özünün değişmesi ile mümkündür. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, “Gerçekten Allah, kendi ne kadar, .” (Rad, 11) diyor. Kur’an’ın değişim anlayışı hem içeriden dışarıya hem de aşağıdan yukarıya doğru bir
tekâmül sürecini ifade etmektedir. Bu nedenle gerek dikey ve gerekse yatay mânâda değişimin
öznesi ve öncüsü birey olmak zorundadır. “Zaman değişiyor, yapacak bir şey yok.” şeklindeki bir teslimiyetçilik, insanın kendisini nesne yerine koymasından başka bir şey değildir. İslam tarihinde selefin ihya hareketleri İslam’ın sabiteleri ile değişken koşullar arasında bir denge ilişkisim kurma çabasının bir ürünüdür. Müslüman toplumların kimlik ve medeniyet bilincini muhafaza etmesi ve değişimin Müslüman halkların lehine olabilmesi, selefin samimiyet ve teslimiyetine sahip olmakla mümkündür.
Bauman, teknolojik gelişmelere bağlı olarak zaman ve mesafenin eski anlamını yitirdiğini, homojenleşme yerine kutuplaşma eğiliminin artığını ileri sürer. Küreselleşme olgusunun
zaman ve mekân olgularını yeniden düzenlediği varsayıldığında çok zamanlı ve çok mekânlı bir sistem içerisinde bulunulduğu söylenebilir. Böyle bir sistem içerisinde küreselleşme standartlaştırıcı, tekbiçimleştirici etkisiyle tüm kimlikleri sarsmakta ve kültürel referanslarını silmektedir. Neyi değiştirmesi, neyi yerinde bırakması gerektiğini bilmeyen insanlar, toplumlar, zaman kimlikler etkilenmekte ve bir köksüzlüğe, yozlaşma çukuruna düşülmektedir. Tüm bu olup bitenlerde benliğin kaybedilmesinin etkisi büyüktür. Kimliğin serüveni içeriden dışarıya, psişik olandan toplumsal olana doğru incelendiğinde “benlik” kavramı ön plana çıkar. Benlik, insanın
kendi bilinçli varlığının bilincinde olma halidir. Bu öz bilinç kimliğin temelidir. Öz bilince daya-
nan kimlikle vatandaşlıkta temellendirilen resmi kimlikler birbirinden farklıdır elbet.
Geleneksel devletlerde, imparatorluklarda resmi kimliğe rastlanmaz. Modern ulus-devletler ise resmi kimliği zorunlu kılar ve tebaa ile olan ilişkilerini vatandaşlık temelinde belirlerler. Tüm toplumsal kimlikler modern ulus-devletlerde vatandaşlık potasında eritilmeye çalışılır. Birçok ulus devlette, örneğin Fransa’da, uyrukların tarihsel-kültürel kimlikleri, devletin kökenindeki baskın toplumsal grupların çıkarlarına en uygun olan kimlik lehine bastırılması, inkâr edilmesi üzerine kurulmuştur. Modern devletler bu durumu vatandaşlarına eşit şekilde muamele edebilmenin gereği olarak görmektedir.
Dolayısıyla modern devletler bireysel özgürlüğe sınırlamalar getirmek suretiyle kimlik ve farklılık bağlamında dışlayıcı bir iktidar anlayışı sergilemektedir genellikle. Modern ulus-devlet tarafından belirlenmiş resmi bir kimlik tasarımı esas alınıp bu kimlikten farklılaşmış olanlar ya kültürel asimilasyon sonucu kamusallaştırılmış ya da kamusal alandan dışlanmıştır. Bauman, modernliğin kültür anlayışını bahçe kültürüne benzetir. Buna göre, toplumu bahçe gibi gören görüşler toplumsal doğal ortamın bazı kesimlerini yabani otlar olarak nitelerler ve onların yabani otlar gibi ayrılması, kısıtlanması, yayılmalarının önlenmesi, yerinden çıkarılması, toplum sınırlarının dışında tutulması; tüm buçabalar yetersiz kaldığı takdirde ise öldürülmesi gerektiğini ileri sürerler.
Geleneksel toplum yapısından modern topluma geçiş ile sorunsallaşan kimlik; günümüzde postmodern söylem ve küreselleşmenin etkisi altında, farklılık ve çoğulculuğun kutsanmasının bir sonucu olarak, parçalanmış bir görünüm sergilemektedir. Hızlı sosyo-ekonomik dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde kimlikleri yeniden inşa edilmesi gerekir. Nesne olmayı reddedip özne olmak isteyenler ancak yarının dünyasını şekillendirebilir.
Özne, öznellik vs.den söz edildiğinde benliğin fazla vurgulandığı düşünülebilir. Ancak burada özne, öznellik derken bireyi merkez kabul edip bireyin dışındakileri küçük görmek, yok saymak gibi bir yaklaşım söz konusu değildir. Özne, öznellik derken adalet ve hakikate bireyin kendini katması ve merkez/üst kimlikle olan ilişkisinde kendini olması gereken yere taşıması konusunda aktif ve kararlı bir çaba içinde olması kastedilmektedir. Özne olmanın sonuç olarak ortaya çıkardığı şey sorumluluktur. Sorumluluktan kaçanlar, kendilerine dayatılan kimliklerle nesne haline gelirler. Yeniden küresel bir medeniyet kimliğine kavuşmak isteniyorsa değişimin nesnesi değil öznesi olmak zorundadır Müslümanlar. Özne-nesne yalnızca aktif-pasif farklılığına dayanmaz. Belirleyicilik, yani inisiyatif sahibi olmak da bir özelliğidir öznenin. O zaman ancak tahkik, vicdan ve iradenin varlığından, öznenin işlevselliğinden söz edilebilir. İnisiyatif sahibi olmak sorumluluğu gerektirmektedir. Onlar sözleriyle ve örneklikleriyle çevresinde ve toplumda adaleti gözetenlerden olmak yükümlülüğü altındadırlar. Onlar, akıllarını kullanır, bâtıl ne kadar çekici de olsa onun peşine gitmezler. Allah’ın koyduğu sınırlara riayet eder, O’nun buyruklarına karşı gelmez, bile bile günaha dalmazlar. Irkçılık,mezhepçilik, meşrepçilik ve cemaatçilik üzerinden kardeşlik hukukunun çiğnenmesine göz yummazlar. Hakkı ve sabrı önerirler birbirlerine. İstikamet üzeredir onlar. Boş işlerden yüz çevirirler. Merhamet sahibidirler. Kötülükleri iyilikle savar, kendi hevaları için intikam peşinde olmazlar.
İşlerini aralarında istişare ile yaparlar. İnsanlara iyiliği emreder, onları kötülüklerden sakın dırmaya çalışırlar. Onlar diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kimselerdir. Kimseye zulmetmezler, başkalarının da zulmetmesine göz yummazlar. Yalan söylemez, kimseyi aldatmaz, sözünde durur, etrafında bulunanlara güven verirler onlar. “Seküler bir dünyada Müslüman kimliğine sahip olmak ve bu kimliği muhafaza etmek kolay mı?” sorusu akla gelebilir. Küresel sistem insanlara çeşitli kimlikler dayatıp onları asıl kimliklerinden uzaklaştırmak istemektedir. Müslüman kimliği de tamamen yok edilmeye, bu başarılamadığı takdirde asli içeriği bulandırılmaya, eklektik bir hale dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Küresel sisteme uyumlu, ona hizmet eden bir kimlik…
Müslüman kimliği direnme ve direnerek var olma bilinci sağlayan temel dayanaktır Müslümanlar için. Müslümanlar kendi kimlikleriyle hedeflerine ulaşabilirler ancak. Çünkü Müslüman kimliğine sahip olanların düşüncelerini, inançlarını ve eylemlerini ilkeler belirlemektedir. İman ve eylem ilişkisi, yaşanılan topluma ve sisteme bakış, İslami mücadelede izlenecek yöntem gibi tüm temel hususlar Müslüman kimliği ile ele alınabilir. Bu da ilkesel tutarlılığı ve bütünlüğü gerektirir. İlkesel bir tutarlılık ve bütünlük içinde sorunlara yaklaşıldığı takdirde çözüm yolları bulunabilir. Nasıl bir Müslüman kimliği? “Ben kimim, neden varım, hedefim nedir?” gibi temel sorulara verilen cevaplarla bir kimlik tanımlaması yapılır. Evrene, hayata ve olaylara bakış açısı, üstlenilen misyon insanın kimliğini oluşturur. Bu kimlikle bir yandan aynı misyonu üstlenenlerle birliktelik, yardımlaşma ve da yanışma sağlanırken, bir yandan da başkalarından ayrılma, farklılaşma işlevi görülür. Din, kimliğin inşasında en temel kabulleri, değerleri, tasavvurları, anlamları ve sembolleri belirler. Dinin çizdiği anlam haritası insanlara, toplumlara yön gösterir. Bu kimlik adalet, ihsan, hayırda ve iyilikte dayanışma, iffet, cesaret, cömertlik ve benzeri erdemlere yönelmeyi ve zulüm, fesat, fitne, kibir, riya, bencillik, ihanet, cimrilik, yalancılık ve hayâsızlık gibi kötü hasletlerden de uzak durmayı gerektirir. Zira güzel ahlâka riayet Müslüman kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu
kimliğin gereği olarak Müslüman güzel ahlâkıyla örnek olan kişidir. Yalnızca Allah’ı ilah edinir, Allah’ın hoşnutluğunu hedefler; sabrı, infakı yaşam biçimi haline getirir, güvenilir insandır.
Vahyin hedefi, tevhid akidesine sahip bireylerin oluşturduğu bir tevhid toplumudur. Vahyin hedefi, haktan sapmaları yeniden aslına rücu ettirmektir. Bu bilince sahip olanlar ancak Müslüman kimliğini koruyabilir ve tevhidin hakikatine varabilir. Zira, Müslüman kimliğinin özü, tevhidi yeniden kuşanmaktır. Kur’an nasları ile sorunlar arasında bağ kurmak, toplumsal ve yönetsel alanda tevhidi ilkeler ışığında değerlendirmeler yapmak, insanları vahyin belirlediği ilkesel eylemliliğe yönlendirmek ancak güçlü bir Müslüman kimliğinin inşasıyla mümkündür. Bu yönüyle “Kalk, başla, harekete geç!” buyruğu anlamlı bir çağrıdır. Kimliğin muhafazası için de sürekli diri ve uyanık olmak gerek. Sapıtmamak için… Yani, kimliği kaybetmemek için… Bu da İslami bilgi ve birikim bakımından donanımlı olmayı gerektirir. Bir feda oluş duygusu varsa dirilik ve uyanıklık
kaybedilmemiş demektir. Müslüman kimliği Kur’an’a ve sünnete göre biçimlenir. “Size sıkı sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünneti.” (Ebu Davud, İbni Mace, Ahmed b. Hanbel) Bu nedenle Müslüman kimliği Müslümanları kucaklayan, tüm insanların İslam’a yönelmesini arzulayan, hayat modelini konjonktüre göre değil; vahye göre şekillendirmeye çalışan, vahdeti ve ihlası önceleyen bir kimliktir. Bu çerçevenin dışında kalan anlayışları, kabulleri, pratikleri dışlamak kimlikte karşıtlık ilkesi uyarınca Müslüman kimliğinin gereğidir. Giydirilmiş veya tayin edilmiş kimliklerden sıyrılmadan Müslümanların İslam merkez/üst
kimliğiyle kucaklaşması mümkün değildir. Kimlik inşası dinamik bir süreçtir aslında. Giydirilen veya tayin edilen kimliklerden sıyrıldıkça sahip olunan öz hazinelerin farkına varılabilir ve öz gerçekliğe ulaşılabilir. Sürekli iletişim ve dayanışma içinde olan insanların arasında bir kişi dahi kendi öz benliğine kavuştuğu takdirde bu kişinin etrafında olanlar da bundan etkilenebilir, öz benliklerine kavuşabilir, örneklik teşkil edebilirler. İslami kimliğin gereği olan örneklik kuşanılmadığı takdirde kimlik bunalımı yaşanacak ve kişi bir hiç olmakla karşı karşıya kalacaktır. İnsan, kendi özgün iradesi ve tercihi ile Allah’a teslim olduğu, Müslümanca yaşadığı takdirde evren ile uyum içinde olacaktır. Tam da bu noktadan itibaren Müslüman kimliğinden, örnek kişilikten söz edilebilecektir. Yine, Müslüman kimliğiyle ancak edilgenlikten, sıradanlıktan kurtulup izzet ve sorumluluk sahibi bir Müslüman, bir ümmet olma bilincine erişmek mümkündür. İşte o zaman tevhidi bilince ulaşılabilir ve inanç ile pratik, düşünce ile eylem ayrıştırılmaz.