YİNE YOLDAYIZ: İNSANLIK NE ZAMAN ÇIKIYOR YOLA?

Bir yerler karışıyor ve birileri yollara düşüyor, insanlar doğdukları ülkelerde değil de, rüyalarında bile görmedikleri ülkelerde doyuyor, çoğalıyor ve ölüyor. Rûmi’ye Rûmi dediğim için beni milliyetçi olmakla suçlamıştı Şiraz’da Hafız’ın mezarı başındaki İranlı insandaşım. Belhî, Belhî diye düzeltmişti hatamı. Hassasiyetleri anlayabiliyorum ama gene de anlı şanlı Cibran’a Bostonlı denmesinin onun Lübnan’daki köklerine halel getirmeyeceğine, birilerinin daha sahiplenmesinin dünya adına büyük bir kazanım olacağına inanıyorum.

Suriye’deki tuhaf şeye ne diyeceğiz? Bin yıllarca medeniyetin kalesi olan diyarların başına gelenleri anlayamadık ki, anlatalım, kavramsal çatılarını çatıp, mantık örgüsünde konuştukça konuşalım. Bir gece vakti yol bilmez, iz bilmez, Arapça bilmez halimle arşınlamıştım Şam ve Halep sokaklarını. Kasiyyun tepesine çıkmış, tepelerde top oynamıştım evvelce tanımadığım arkadaşlarımla. Evinde misafir olmuş, yeğeni hastalandığında hastanede zaman geçirmiş ve kimliksizliğini paylaşmıştım Kürt Şükrü ile. Anlayamadık ama anlamaya çalışıyoruz, yola çoktan çıktık varamasak da istikamette kalırız. Şişme botlara kaç çocuk sığar bir aritmetik hesabı olsa keşke, pasaportlardaki vizeler koleksiyonerlik nişanesi sayılsa, devlet başkanları en yürekten gülümseyenler ve gülümsemesini koruyanlar arasından seçilse, Suriyeli bugünkü anlamından soyunsa ve kadim kaftanlarını yetmiş dilli mazisini kuşansa… Hayalperest miyim, değilim aslında hayalperver ve hakperestim. İnsanı her dilde duyup anlayabilen bir aciz kulum.

Çocuk edebiyatçıları da benzer hayalperverlikten beslenirler, onlar anlamaz sınırdan, güvenlik politikalarından savaşı zaten isteseler de anlayamazlar. Son altı yedi yılda Suriye’yi çocuk edebiyatı hattından da takip etmiş biri olarak, gönlümüzün ancak bu şekilde sağaldığını söylemeliyim. Hükümet yüz “sığınmacı”yı uygun görürken başlattığı müthiş kampanyayla on bin kişinin İzlanda’da misafir  olmasını sağlayan Bryndis Björgvinsdottir çocuk ve edebiyat sevgisinin eylem sahasında sağlamasını yapmıştı. Almanya da, aynı şekilde aman düzenimiz bozulmasın modundayken, birçok yazar, hem kitaplarına taşıdılar, hem birçok atölyeyle, sosyal siyasal çabalarla, hükümetlerin, devletin sınıfta kaldığı insanlık meselesine sahip çıktılar.

Benjamin Tienti, genel olarak göçmenlere ve göçmenliğe meraklı bir yazar. Toplumsal katmanları dikkatle gözlemleyen ve büyük harflerle vatan diye kutsanan yapının melezliğini önemseyen kültür elçisi. Aynı zamanda masa başı hukukunu, kurumsal refleksleri sarakaya alan muzip biri. Suçun, suçlunun sosyolojisini çocuk edebiyatına taşıyacak kadar cesur, maharetle işleyecek kadar usta nakkaş. Tavşanla Yolculuk kitabını daha geçen sene yazmıştı ve yaklaşık bir sene içinde  dilimize kazandırıldı.

Tavşan Maikel’in anlatıcılığıyla açılıyor kitap. Bir hayvanın iyi bir dinleyici hatta şifacı olduğunu hatırlatıyor, konuşmadan yana insanlarla rekabet etmeyi pek sevmeseler de. Hemen sonraki sayfalarda Andrea devralıyor anlatıcılığı, beş Andrea anlatıyorsa bir Maikel ele alıyor sazı. Geveze insan işte n’olcak! Babasının havalı mı havalı Fender gitarının büyükçe karton kolisinin içine kıvrılıp rahat ve güvende hissetmeyi seviyor Andrea. Kendisine kaçık demekten kaçınmayan kırılgan bir oğlan bizimkisi. Babasıyla hoş beş ederken, hastanedeki kadın ve kızından dem vuruluyor ve evdeki boş odalarda kalıp kalamayacakları müzakere masasına yatırılıyor. Olur deniliyor kolayca çıkılıyor işin içinden. Anne Farah ve kızı Fidaa. Savaş başlamadan önce Suriye’den Berlin’e gelmiş ve kalmış iki kişi. Yüzdeki morluk Fidaa’nın babasının annesiyle ilişkisinin özeti. Zaten bu yüzden ayrılmışlar ve Andrea ile babasıyla aynı evde buluşmuşlar. Fidaa’nın babasından bu detay dışında söz açılmaz, kitabın tartısında tu kaka bir figürandan öte ağırlık yapmazken, Andrea’nın evden ayrılmış gitmiş annesi makul ayrılık kurumunun içinde değerlendiriliyor ve en fazla, ihmalkârlık yükleniyor sırtına. Alıştığımız karakterler anne, baba bir yerinden anlatıya tutunsa da, kitap dört başı mamur bir yol öyküsü. Kitabın başına Willie Nelson’ın “On the road again” şarkısından pasajın iliştirilmesi boşuna değil. Yine yollardayız. Bir yönüyle, sanırım çok zorlamaksızın, kitabın; ölüm kalım yolculuklarının çocuklara uygun parodisi olduğunu ileri sürebilirim.

Fidaa, Andrea ile kimyalarının uyuşmadığı ilk günlerde, Maikel’in elini ısırması sonrasında düşürdüğü tavşanın ayağının kırılmasına sebep oluyor. İçe dönük, kırılgan Andrea yaşlı tavşanın badireyi atlatamayacağı ihtimalini de göze alarak, iki yıldır görmediği, yalnızca telefonda görüştüğü bir çeşit zamane hippisi olan şifacı annesine doğru yola çıkmaya karar veriyor. Berlin nireeee, Freiburg nire? Aynı evde anlaşamayan Fidaa ve Andrea, yüzlerce kilometrelik yolda birbirlerini derleyip toplamayı başarıyor, kriz zamanlarında mı görünür insanın devasa gölgesi?

Andrea tren marifetiyle uslu bir yurttaş gibi annesine kavuşmayı umarken, kanun, polis ve teamüller aynı görüşte değil. Neyse ki delidolu Fidaa erketeye yatıyor da, “arkadaşını” kurtarıyor devlet dersinde tahtaya kalkmaktan.

Belli yerlerde öne çıkan Fidaa ve Taekwondo aşkı, yazar Benjamin Tienti’nin çocuklara ve biz çocukluktan çıkamayanlara bayram hediyesi adeta. Öyle ya, bilime, sanata koltuk çıkılır ve edebiyata altın harflerle kazınırken, spor çoğunlukla ihmal edilir, hele bir yönüyle şiddete yol açan dövüş sporlarının esamesi tüzükten silinir. Haylaz yazar, Fidaa’nın tüm “haaaaayt”larını, “apçagilerini” yaşama tutunma, güçlü ve  dirençli kalma hamleleri olarak cilalayıp parlatıyor.

Trenden tıra, tırdan taksiye, taksiden tabanvay ve grup yürüyüşüne kadar ulaşımın tüm olanaklarını kullanan güzelim çocuklar ve ada tavşanı eski toprak Maikel, nice yoldan ve insan galerilerinden geçerek, motorsuz, taşıtsız, tüketimsiz, endüstrisiz hasılı insana yaraşır köye vasıl olurlar. Kitap düz bir zamanda, dolambaçsız sade bir kurguda ilerlese de biz azıcık geri sarıp insan galerilerine odaklanalım. Petra, tır garajında, polisler enselerine binmeden hemen önce sahip çıkıyor Fidaa ve Andrea’ya. Ömrü yollarda geçmiş, kulağı kesik Petra, çocuklar kanun gücüyle eve yollansınlar istemiyor, yollarına da, yol öykülerine de güveniyor koltuk çıkıyor. Çocuklar sinip saklanmayı öğrenseler de, sinip iradelerini bastırmayı yediremiyorlar kendilerine. Aynı seslere iki farklı dünya sığıyor.

Petra’nın ağzından duyuyoruz kitabın sivil marşını, Willie Nelson’ın müthiş vokali eşlik ediyor sanki okura yollar boyu. Kendi yasasının peşinden giden müthiş Willie çocukların da kahramanı oluveriyor. Seksen bir yaşında Kore kökenli modern savaş sanatı Gongkwon Yusul’da beşinci dan olan Willie Nelson’un ne çetin bir yolcu olduğunu Fidaa ve Andrea kadar okur da hissediyor. Fidaa, “Haaaaaayt” diye bağırıyor, “dünya şampiyonu olacağım” biz de “evet kalbimiz seninle” diyoruz.

Cici çocuk palavrasını hiç mi hiç yutmayan yazar, polisleri resmin dışında tutuyor, sanki onları anlamsız güvenlik politikalarının uygulayıcıları olduklarından cezalandırıyor. Polis destekçisi ispiyoncu vatandaşı da aynı şekilde kırık iğnelerle çerçevenin ucuna iğneliyor. Otuz avroyla insanlığını değiş tokuş eden makbul yurttaş Frauke  Randolf örneğin. Ön yargılar dünyasında alternatif insanlık dersinin üniteleri bunlar. Ezbere dayanıp punk saçlı Lars’ın üstünü çizer de, şıkıdım Frauke Randolf’u sofraya buyur ettiyseniz yandınız. İşte o üstünü çizdiğiniz Lars veriyor yuvasını çocuklara, hiç gözünü kırpmadan üstelik, tıpkı veteriner mi veteriner Randolf’un gözünü kırpmadan çocukları polislere teslim etmeye kalkması gibi. Çocukların iyiliği… demeyin sakın, o iyiliği otuz avro ile ölmek üzere olan tavşan Maikel’i içler dışlar çarpımı yaparken gördük. Sırada Klaus var, güzel insanların güzide örneği. Petra’nın ahbabı, dev, koca sakallı Hagrid benzeri gönül erbabı. Çocukları sorgulamadan, onları dinlemeyi, onlara yardım etmeyi, onları anlamayı başarabilmek ne ince zanaattır. Bunu yapan ne muhterem zanaatkârdır.

Maikel’in metne girip iki lafın belini kırdığı bölümler insan zihni ve insanın hayvanı sıkıştırdığı konuma dair yerinde eleştiriler barındırıyor. Amaaaan sende indirgemeciliği tavşanın güzelim pofuduk eliyle ebeleniyor. Yok tavşan bilmezmiş de, mümkünü yok anlamazmış da, uyutsak mıymış da, zaten yaşlıymış yaşadığı kadar yaşamışmış da,  falan da filan… sayın insan biraz sakin, daha dün geldin dünyaya, bu ne bilmişlik!

Savaş çok çok arkalardan, Klaus’un televizyonundan gösteriyor yüzünü. Devletler anlaşmış ve önceki bombardımanlardan kaçan binlerce insan yerlerine yurtlarına dönmeye başlamış, Andrea, Fidaa’ya ilk kez bu gözle bakıyor. Savaşın kaderini tayin ettiği birisi olduğunu o esnada şıpınişi düşünüyor. Devletler anlaşmış öyle mi? Affedersiniz ama savaş neden çıkmıştı sahi? Andromedalıların, Samanyoluluların karbon bazlı yaşamlarından hoşnut olmamasından mı? Yoksa Suriyeli kimi kedilerin diğer kedilere kimi çöplükleri yasaklamasından mı? Hır gür çıkarmayınız lütfen! Tüm devletler barışçıldır.

Döndük dolaştık ve köyün enerji merkezinde tavşanın iyileşmesini bekledik. Annesi Franziska’ya kavuşan Andrea’nın ne halde olduğunu biran için unuttuk, tüm yolculuk tavşanın iyileşmesi için mi? Feeda neden çıktı yola sormadık. Geride bıraktıklarımıza, Farah ve Andrea’nın babasına, Petra’ya yeniden burada hippi köyü Rimpenbach’ta neden rastladığımızı sorgulamadık. Yine yollardayız. Önemli olan da bu, oraya buraya neşe içinde gidebiliyor muyuz?

Bir kadın hatta bir çocuk bir başına binlerce kilometre öteye gidip neşesini kaybetmeden öyküsünü yaşadığında her noktada ayrı zenginleşip insanlığını büyüttüğünde cenneti bihakkın prova etmiş olacağız. Boşuna gelmedik ya dünyaya!

Bunları da sevebilirsiniz