Sosyoloji disiplini için önemli başlıklardan olan köy ve şehir ayrımı konusu, özellikle bizim gibi geç ve ithal-ikameci modernleşen toplumlar için sosyal, siyasi, ekonomik ve sanatsal birçok açıdan önemli bir gerilime neden olmuştur. Gündelik hayatımızın derinliklerinde, sinemadan edebiyata, sosyal ilişkilerimizden, siyasal alana kadar her yerde duyduğumuz ve kullandığımız köy, köylü, şehir, şehirli, kır, kırsal gibi kavramlar ne anlama gelmektedir? Köye ve şehre has özellikler nelerdir? Köyde ve şehirde İslam’ın yorumları ve pratik görünümleri nasıl olmaktadır? Kapitalist kent ve İslam kenti nedir? Kültür, gelenek ve İslam’ın geleneksel yorumları köy ve şehir tartışmasında neye denk düşmektedir? Bu ve başka birçok soruyu Sosyolog Alev Erkilet’e sorduk, o da siz değerli okuyucularımız için cevapladı.
Köy ve şehir diye devamlı rahatlıkla ayrım yapabiliyor ve bu kavramları çokça kullanıyoruz ama özellikle sormak istiyorum; sizce neye/nereye köy ve neye/nereye şehir demeliyiz? Aynı şekilde kime köylü ve kime şehirli denir? Köyün kırdan, şehrin ise kentten tefrik edilmesi gerekir mi?
Kır-kent ayrımı klasik sosyolojide Tönnies, Durkheim ve Simmel’in hususiyetle üzerinde durduğu hususlardandır. Bunları birer ideal tip olarak kurgulayan Ferdinand Tönnies Gemeinschaft und Gesellschaft adlı eserinde (Cemaat ve Cemiyet olarak çevrilmiştir) iki farklı ilişki ve örgütlenme biçimini birbirinden ayıran temel karakteristikleri ortaya koymuştu. Alanın kurucu metinlerinden biri olan bu çalışma, kır ve kent sosyolojisinin temellerini de atmıştır. Bir yana kırı, köylülüğü, kasabayı, kültürü, aileyi, görenekleri, örfü ve dini, tarımsal ekonomiyi, toprak sahipliğini, yerel politik kültürü, birincil-duygusal ilişkileri; diğer yana ise kenti/metropolü, bilimi, ulus-devleti, para ekonomisini, komplike ticareti, endüstriyi, devletin hâkimiyet ve gücünü, ikincil-birliksel ilişkileri, gelecek yönelimini, rasyonel öz-çıkarı, kamuoyunu koymaktadır. Burada sayılanlar, geleneksel ve kırsal olanla modern ve kentsel olan arasındaki temel karşıtlığın ölçütlerini de verir. Benzer şekilde, Durkheim de Toplumsal İşbölümü kitabında geleneksel toplumlarda basit bir işbölümünün, homojen bir toplumun, benzer değer ve inançlara sahip olma durumunun ve benzerlikten kaynaklanan mekanik dayanışmanın var olduğunu; modern toplumlarda ise karmaşık bir işbölümünün, farklılaşmış/heterojen bir toplumun, yasa ve sözleşmenin hâkimiyeti ile organik dayanışmanın var olduğunu söyler. Ona göre kentte bireyler farklılıklarından dolayı karşılıklı bağımlı hale gelmişlerdir. Simmel’in “Metropolis and Mental Life” (kent ve zihinsel yaşam) başlıklı makalesinde benzer bir kır-kent ayrımı görüyoruz. Zihnimizin kentte hâkim olan özgürlük ve uzmanlaşmaya nasıl adapte olduğu sorusuna cevap vermeye çalışırken, köy ve kasabayı, ağır bir ritmi, alışkanlıkları, gönlü, yakın duygusal ilişkileri, başkalarına güven duyma halini, mahalle baskısını, doğayla mücadeleyi kırsal olanın özellikleri olarak tanımlar. Kentsel ve özellikle de metropoliten olan ise aklı ve rasyonaliteyi, beyni, para ekonomisini, formel adaleti, ekonomik bencilliği, hassas hesaplamayı, dakikliği, ilişkilerdeki gevşekliği ve insanların doğayla değil de birbirleriyle mücadelesini işaret eder. Sosyal bilimler kır ile kenti böylece tefrik etmişlerdir. Ancak burada ideal tiplerden bahsediyoruz. Gerçeklik ise bu kategorizasyonlardan daha karmaşıktır. Kırda kentsel, kentte ise kırsal karakteristiklere rastlandığı olur.
Köydeki insanın ve şehirdeki insanın dinden anladığı şey ve din diye tecrübe ettikleri şeyler nasıl farklılıklar göstermektedir?
Her türlü aşırı genellemeden kaçınmak gerektiğini baştan hatırlatarak diyebilirim ki, bu konuda da çeşitli teorik yaklaşımlar var. Bunların iyi bilinenlerinden biri Weber’in kır dindarlığı – kent dindarlığı ayrımıdır. Bu konuyu Eleştirellikten Uyuma kitabımda yer alan “Sağ Siyasetin Payandası: Araçsalcı Dinsellik” yazısında ele almıştım. Weber, dindar köylü imajının, kırsal geçmişini idealize eden Avrupa romantizminin bir kurgusundan ibaret olduğunu öne sürer ve bu görüşünü köylü dindarlığının büyüsel bir nitelik taşıdığı savıyla gerekçelendirir. İyi mahsul, çok ve sağlıklı evlat gibi dünyevi amaçlar için Tanrıya yakarmayı içeren bir dindarlıktır bu; diğer bir deyişle somut talepleri vardır. Weber, bu dindarlığın karşısına, Tanrı’nın rızasını kazanmayı merkeze alan, bu uğurda dünyevi zevklerinden vazgeçerek çalışan, kazandıklarını yeniden yatırıma yönlendiren ve bu sayede elde edeceği başarıda kurtulmuşluğun ilahi işaretini görebileceğini uman kentli esnaf ve zanaatkârların dindarlığını koymuştur. Protestan Etik tartışması, Weber açısından önemlidir zira onu kapitalizmin ortaya çıkışını izah etmede kullanır; geleneksel toplumdan modern topluma geçişi tanımlamak için modernleşme kuramları tarafından bu görüşe çokça atıf yapılmıştır. Ancak benim şahsi kanaatim, bu analizin bazı değer yargıları içerdiği yönündedir. Dinin algılanma ve yaşanmasında sosyal etkilerle çeşitlenmeler görülse de, din dili açısından kır ve kent birbirinden ayrıştırılmamış; her topluluğun kendi imtihanlarıyla başa çıkması üzerinde durulmuştur.
Dinin yaşanması için köy veya şehir arasında ‘bu daha idealdir’ diye bir tercih yapabilir miyiz? Özellikle modern dünyada şehir, köye nispetle daha günahkâr ve amiyane tabirle dinsiz midir?
Tabiî ki hayır! Hatta kentin ilk ortaya çıkış sürecine ve eski uygarlıklardaki kente baktığımızda, dinlerin, din adamları sınıfının ve ayinlerin ortaya çıkması, işlenip geliştirilmesi, kurumsallaşması kentte gerçekleşmiştir diyebiliriz. Uygarlığın, kentin, devletin ve eğitimle ilgili kurumların teşekkülü at başı gitmiştir. İbn Haldun’un Mukaddime’sine bakacak olursak, ihtiyaç fazlası tarımsal üretimin kentleri doyurabilir hale gelmesine paralel olarak imar faaliyetleri, mimari ve teknoloji, bilgi üretimi ve aktarımı da sistemli hale gelmiştir. Bana kalırsa, kentin “daha günahkâr” olarak algılanması, modernleşmenin üzerine kurulduğu üç sütundan biri olan sekülerleşme nedeniyle Tanrının evren tasavvurundan dışlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Ortaçağ’da Hristiyanlığın skolastik, dogmatizm ve engizisyon gibi yaklaşım ve uygulamalar nedeniyle yol açtığı bunaltı, seküler bir dünya görüşünün ortaya çıkmasına yol açtı. Teknolojinin gelişimi ve sermaye birikimiyle birlikte endüstriye dayalı kapitalist kentler ortaya çıktı; örfler, gelenek ve görenekler hızla değişime uğradı. Batı sosyolojisinin analiz ettiği toplumlar da bu modern endüstri toplumlarıdır. Modern kenti, geçmiş uygarlıkların kutsanmış mekânlar etrafında gelişen, törensel alanlara, sembolik binalara sahip kentlerinden ayırarak incelemek gerekir. Nitekim Lefebvre de bunu yapmaktadır ve temsili mekânlardan mekânın temsillerine doğru meydana gelen geçişi detaylı bir şekilde incelemektedir. Velhasıl asıl mesele hangi kenti konuştuğumuzdur.
Bildiğimiz kadarıyla bütün peygamberler şehirden çıkmış veya risâlet mücadelesini de şehirde vermiştir. Bunun nedeni ne olabilir? Tebliğin bir mekânı var mıdır ya da en uygun mekânı neresidir? Din, şehri kuran unsurlardan biri midir yoksa Din’i şehir mi mümkün kılar? Din ile şehir arasında nasıl bir ilişki vardır?
Tebliğin mekânı; yaratılmışların olduğu, insanın bulunduğu her yerdir. Bu açıdan bakıldığında, kır ya da kentle sınırlandırılmamıştır diye düşünüyorum. Asıl odaklanmamız gereken husus, dinlerle şehirler arasındaki ilişkidir. Sosyolojik açıdan anlamlı analizler yapabileceğimiz yön burasıdır. Dinler, sizin de belirttiğiniz gibi bir şehirde doğabilir, bir hatta birçok şehir kurabilir, mevcut şehirleri başkalaştırarak onlardan kendi değer ve ilkelerini tecessüm ettiren simge yerleşimler yaratabilir. Medine, Mekke, Bağdat, Şam, Kahire, İstanbul gibi İslam şehirlerini bu bağlamda düşünebiliriz. Bizans İstanbul’unun bir İslam kentine dönüşmesinde olduğu gibi, tevhid ilkesinin mimariye, estetiğe, yapılaşma ilkelerine sinmesi anlamında söylüyorum bunu. Bu açıdan bakıldığında İslam kenti, mevcut dokuya yapılan dokunuşlarla olduğu kadar, sıfırdan inşa faaliyetleriyle de gerçekleşmiştir. Ayasofya, Kalenderhane Camii gibi kiliseden dönüştürülen yapılar mevcut dokuya yapılan dokunuşlara örnek iken; Fatih Camii veya Süleymaniye Camii sıfırdan inşa edilen külliyeler olarak medrese, darüşşifa, misafirhane, aşevi, kütüphane ve hamamlarıyla İslami değer sistemine vücut vermişlerdir. Cami merkezli olarak gelişen, istişare ve dayanışma esasında işleyen mahalleler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Velhasıl önemli olan vahyin kente nasıl yansıdığı, ona nasıl bir biçim kazandırdığıdır. Fiziksel formuna, ilişkisel yapısına nasıl etki ettiğidir.
Resulullah’ın köylü ve bedevileri Medinelileştirdiğini düşününce İslam’ın şehirlileştirme gibi bir misyona sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kır ve kenti bir tür gerilik ve gelişmişlik sürekliliğine koyarak düşünmemek lazım. İbn Haldun’un da çok net bir şekilde ortaya koyduğu gibi, bedevilikten medeniliğe giden süreç diyalektik bir süreçtir. Medeniyet, en gelişmiş olduğu noktada çöküşünün başlangıcındadır. Dolayısıyla medeniliğe daha dini bir mânâ vermek doğru değil bence. Aynı şekilde tersine bir değer yargısıyla bedeviliğe dini bir mânâ vermek de doğru değil. Tarihsel olarak bakıldığında kır olmasa kent de var olamazdı. Çünkü kenti mümkün kılan şey, kırın sağladığı artı-üründür. Kenttekileri tarımsal bir faaliyet yapmadan yaşayabilir kılan, onlara başka işler yapmaları için fırsat sağlayan da budur. Ve tekrar vurgulamak istiyorum ki, İslam’ın muhatabı hem şehirliler hem köylüler, hem zenginler hem yoksullar, hem kadınlar hem erkeklerdir.
Kültür ve gelenek kavramlarının birçok tanımı var ve genel olarak kültürün şehre has geleneğin ise köye has bir şey olarak tanımlandığına şahit oluyoruz. Peki, sizce kültür şehirden, gelenek de köyden mi neşet eder? Köyde kültür veya şehirde gelenek var olamaz mı? Köyde ahlâkçılığın şehirde ise entelektüelliğin bir üst insan payesi olarak kabul edilmesi mümkün müdür? Şehre doğru geldikçe din, kültür ya da bilgiye mi dönüşüyor?
Kavramları sizin tanımladığınızdan biraz daha farklı şekilde tanımlıyorum. Öncelikle kültür, insanoğlunun doğayla ve diğer insanlarla ilişkisi ve mücadeleleri sırasında yarattığı her şeydir. Anlam ve değerleri, eylemleri/amelleri ve maddi kültür unsurlarını içine alır. Dolayısıyla her insan topluluğunun kültürü vardır. Yazı öncesi toplulukların da, bedevilerin de, kentlilerin de. Sizin söylediğiniz mânâda kültür, eski tabirle “yüksek kültürü” ifade etmek için kullanılıyor ki Sorokinyen bir kültür anlayışı çerçevesinde biz böyle bir ayrıma fazla sıcak bakmıyoruz. Gelenek de eğer eskiden beri yapılagelen şeyler anlamında kullanılıyorsa, babadan, atadan devralınan usuller ve adetleri ifade ediyorsa, daha ince şekilde işlenerek geliştirilmesi kentte gerçekleşmektedir. Ama bana kalırsa sorularınızı genel mânâda kentle değil de, modern-kapitalist kentle ilişkilendirmek lazım. Zira hızlı değişim, geleneklerin yitimi, niceliklerin niteliklerin yerini alması daha ziyade Simmel’in de altını çizdiği üzere metropolde söz konusu oluyor. Batı kentini ve özellikle de modern endüstriyel Batı kentini tek model olarak düşünmekten vazgeçmemiz gerekiyor.
Literatürde kent-kır gerilimi olarak tarif ediliyor sanırım ancak bir itirazınız olmayacaksa şöyle sormak istiyorum: köy-şehir çatışmasının sosyal boyutu ve dinsel etkileri hakkında neler söylemek istersiniz?
Sosyolojik açıdan baktığımızda, köy ve kent bir çatışma içinde olmaktan çok, bir tamamlayıcılık içindedir. Bir sürekliliğin parçaları olarak ele alınmaları daha doğru olur. Hatta aralarında bir karşılıklı bağımlılık söz konusudur. Çünkü dediğim gibi biri tarıma diğeri hizmetlere muhtaç olarak birbirlerinden besleniyorlar. Bugün literatürdeki tartışmalardan biri, kentin gıda anlamında kıra bağımlılığının ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağıdır. Bu anlamda kentsel tarım meselesi gündeme geliyor. Eğer bir çatışma var ise, mesela bizimki gibi toplumlarda, modernleşme sürecinde kentli entelektüellerin yeni Batılı usulleri herkesten önce öğrenmelerinden, onlara bağlanmalarından ve yukarıdan aşağıya doğru onları zorla uygula(t)maya girişmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Genelde ifade edildiği şekliyle ‘yabancılaşmış aydın’ sorunudur bu. Bu olgunun travmatik etkilerinin hâlâ devam ettiğini ve Türkiye’deki kır-kent algısını bulandırdığını düşünüyorum.
Kentleşme ve kente göç, modernitenin kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak sekülerleşme ve kapitalistleşme sürecini de hızlandırıyor. Bu kıskaca giren dindar kitleler için nasıl bir dönüşüm kaçınılmaz olmaktadır? Kentleşme her defasında kapitalistleşmeyi ve sekülerleşmeyi getirir mi?
Kentleşme modernitenin kaçınılmaz sonucu değildir. Modern kapitalist kent de tek kent formu değildir. Onunla İslam dünyasının kentlerini ya da endüstri-öncesi kenti birbirinden ayırmak lazım. Modern Batı uygarlığı ortaya çıkmadan evvel Müslümanlar dünyanın en gelişmiş, estetik, zarif kentlerinden bazılarını yarattı. Bu kentlerde müzik, edebiyat, felsefe, hukuk, tabiî bilimler ve sosyal bilimler çiçeklendi. Endülüs şehirleri bu gelişimin doruklarından biri olarak görülüyor. Bugünün Müslüman kentleri de, bir taraftan modernleşmenin sancılarını yaşasalar da, öbür taraftan sizin ima ettiğinizin tam aksine dine yönelişin, kendini aramanın, dindarlaşmanın, İslamcı hareketlerin beşiği haline geldiler. Dolayısıyla hiçbir şey kaçınılmaz değildir. Sosyolojiyi artık 19. yüzyılın katı yapısalcı yaklaşımlarıyla değil; insan iradesine de yer bırakan daha bütünselci yaklaşımlarla yapıyoruz. Ve son yüzyılın en önemli sosyolojik meselelerinden biri de, kapitalist toplum yapısının analizi ve nasıl aşılabileceği olmuştur.
İslam toplumları haricindeki toplumları düşünürsek kentlileşen kitlelerin sekülerleşmesi hakkında neler söylersiniz?
Batı açısından bakıldığında, Rönesans, Reform ve Aydınlanma ile birlikte tedricen gelişen bir sekülerleşme söz konusudur. Bu dalga kentlerde de tecessüm etmiştir. Bu süreç bütün toplumu etkilemiştir sadece kentlileri değil. Kısacası burada yapısal ve bütünsel bir değişimden söz ediyoruz. Sadece kentlileşmekten kaynaklanmıyor. Bir çağ değişiminden kaynaklanıyor. Bugün geldiğimiz noktada, Wallerstein, Harvey, Giddens, Bauman gibi pek çok kuramcının da belirttiği üzere, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin üstesinden gelinmesi ve buna bir zihniyet değişiminin eşlik etmesi gerekmektedir. Batı’da bu sorunun çözümü yine seküler bir zihin dünyası içinde tartışılmaktadır. Demokratik sosyalizmin çeşitli versiyonlarının ya da Batı demokrasisinin bazı araçlarının yeni bileşimler içinde kullanılması yoluyla bir değişim imkânı aranmaktadır. Daha adil bir dünya için değişim arzulanmaktadır. Ancak bu arayışta dinin bir dinamo olarak görüldüğü söylenemez. Ama Müslüman dünya için tam tersi bir durum söz konusu; en yaratıcı sistemik çözümler, özgün arayışlar din temelli olarak karşımıza çıkmaktadır.
Son dönemde moda haline gelen kırsal bölgelere ve müstakil evlere göç dalgası ile alâkalı neler söylemek istersiniz? Kentleşme tersine mi işliyor yoksa farklı bir boyut mu kazandı?
Aslına bakarsanız ben burada sınıfsal bir korunma refleksi görüyorum. Covid döneminde, işyerine gidip bedensel olarak çalışmak zorunda olmayan üst-orta ve üst sınıftan bireylerin/ ailelerin pandemiden korunmak, toplumdan kendilerini yalıtmak amacıyla kıra yöneldiğini gördük. Bunun makro düzeyde kentleşme sürecinin tersine işlemesi şeklinde yorumlanabileceği kanısında değilim. Daha ziyade üst sınıfların bir ayrıcalığı olduğu kanısındayım. Çünkü aynı dönemde emekçiler büyük bir hastalanma riski olmasına rağmen şehirlerde kaldılar, işyerlerine gittiler. Tüm dünyada olduğu gibi bizde de daha çok hastalandılar.
Batı şehri ve İslam şehri gibi bir ayrım yapabilir miyiz? Ya da Batı’nın şehirlisi ve Müslüman şehirlisi ayrımı yapabilir miyiz?
Kapitalist kent ve İslam kenti ayrımını ben çok sık yapıyorum. Bunun önemli olduğunu da düşünüyorum. Amacım, Müslüman dünyadaki kentlerin ya modernleşmeden ya kapitalistleşmeden muaf olduğunu söylemek değil kuşkusuz. Ama küresel bir dünya-sistem olarak kapitalizmin hayatımıza dâhil ettiği sömürü biçimlerini, adaletsizlikleri, kentsel kamusal alanı yok etmesini, dayanışma örüntülerini ortadan kaldırmasını, değişim değerini insani ihtiyaçların önüne geçirmesini, kenti metalaştırmasını anlamak, kavramak, deşifre etmek gerekiyor. Bu süreçlerin Müslüman dünyadaki karşılıklarını analiz etmek gerekiyor. Ben bunu yaparken İslam kenti modelinde yaşanan değişimi ortaya koymaya çalışıyorum. Ama iyimser bir yaklaşımla. Çünkü kanımca İslam kenti örüntülerini canlandırmak, yeniden-üretmek, alternatif bir model olarak kapitalist kentin karşısına koymak mümkün. Bunlar zayıflamış olsalar da tamamen ortadan kalkmadılar. Kapitalizmin karşısına bu modelin hayat bulmuş örneklerini koymak gerekiyor. Onun için de her düzlemde karşılaştırmalı analizlere ihtiyacımız var. Doğu-Batı ayrımından ya da kültürcü bir Batı-İslam ayrımından ziyade sistemik bir ‘kapitalist geç-modern kent’ – ‘İslami kent’ ayrımına yaslanmamız gerekiyor. İslami değerlerin güncel bir kent modeli haline getirilmesi vazifesi önümüzde duruyor. Disiplinler arası bir yaklaşımla bu vazifeyi yerine getirmeliyiz.
Ölümün şehri var eden etmenlerden biri olduğunu savunan bir teori var. Mezarlıkların şehrin yerleşik hayatını teşvik edici gücü dindar toplumlar için muhakkak etkili olmuştur kanımca. Ancak şehri var eden tek veya en güçlü etmen bu olabilir mi sizce? Ya da Müslüman toplumlar için de bu geçerli midir?
Bu konudaki en çarpıcı analizlerden birini değerli mimar ve düşünür Turgut Cansever yapmıştı. Cansever’e göre, İslam düşünce sistematiği içinde bina ve şehir; insana faniliğini hatırlatmalıdır. Modern kentin büyük gökdelenlerinin, sağlam ve yıkılmaz intibaı uyandıran binalarının aksine gücün ve kalıcılığın sembolü olmamalıdır. İslam dünyasında bu tür özelliğe sahip binalar, sivil mimari örnekleri değil ancak devlet binaları ve dini anıt eserler olmuştur. Sivil mimari örnekleri olan ahşap binalar ve onların oluşturduğu mahalleler tam aksine hayatla ölümün iç içeliğinin simgesi olmuşlardır. Cansever, bu tespitleri, babasının kütüphanesinde bulduğu, büyük bir merakla okumaya ve anlamaya çalıştığı, zaman içinde mimari anlayışını üzerine temellendirdiği Muhyiddin İbn Arabi’nin Fusus’ül-Hikem adlı kitabıyla ilgili okumalarına dayandırmaktadır. Ona göre “Allah her an bir iştedir” (şe’ndedir) hükmü gereği şehir de her an tekrar tekrar inşa edilir, yıkılır, yapılır. Kullanılan malzeme ahşaptır. Bu tesadüfi bir tercih değildir. Bizdeki sivil mimarinin temel malzemesi olan ahşabın dayanıksızlığı, kırılganlığı ile insanın faniliği arasında bir paralellik kurulur. Cansever’in Rahman suresinin 29. ayetine ve onun Arabi tarafından anlamlandırılma biçimine dayandırdığı bu ilke, mezarlıkların şehrin içinde olması ilkesiyle birleştiğinde, ölümü hatırlamanın ve geçicilik algısını güçlendirmenin İslami kent anlayışı bakımından önemini gösterir. Ama elbette fanilik İslam kentinin tek kurucu ilkesi/etmeni değildir. Nihai mânâda en büyük ve en kapsayıcı ilke, faniliği de içine alan tevhid ilkesidir. Tüm bir İslam medeniyeti, Louis Lamia ve İsmail Raci Faruki’nin İslam Kültür Atlası adlı çok kıymetli eserlerinde belirttikleri gibi tevhid ilkesi üzerine kuruludur; bu ilkenin tecessümüdür.
Kırsal bölgelerde geniş aile dediğimiz geleneksel aile modeli ile karşılaşırken şehre doğru geldikçe çekirdek aile denen daha modern aile formları ile karşılaşıyoruz. Köyden şehre doğru bir projeksiyon çizecek olsanız ailenin değişimi ve dönüşümü hakkında neler söylemek istersiniz?
Aile, cinsel ihtiyaçların karşılanması, toplumun yeniden-üretimi, yeni nesillerin sosyalizasyonu, çocukların, yaşlıların, hastaların ve engellilerin korunması ve bakımı, dini ritüellerin yerine getirilmesi (icrası), boş zamanların organize edilmesi, gerilimlerin giderilmesi temel işlevlerini yerine getiren en eski ve evrensel müessese olarak karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel geniş aile dediğimiz yapı, bu işlevlerin hemen hepsini içinde barındırır, akrabalık esasında sıkı sıkıya birbirine bağlanmış kişilerden oluşur. Kırda akrabalık sistemi geniş bir insan grubunu içine alır, İbn Haldun’un da vurguladığı gibi kuvvetli dayanışmayla nitelenir. Tarihsel süreçte ve özellikle modernleşmeyle birlikte aile bu işlevlerinden bir kısmını diğer müesseselere devrederek işlevsel bir daralma yaşamış; mensuplarının sayısı bakımından da küçülmüştür. Bu süreçte sosyalizasyon işlevi okullar, medya, meslek grupları, siyasal gruplar ve dini gruplarla paylaşılmaya başlamıştır. Dini işlevler tamamen bu amaçla örgütlenmiş yapılar tarafından yerine getirilmektedir. Sosyal güvenlik ve sağlık müesseseleri koruma ve bakım işlevlerini üstlenmektedir. Boş zaman etkinlikleri ailenin dışına çıkmış ve bizzat bu iş için örgütlenen yapılara devredilmiştir. AVM’ler, hobi grupları, fitness merkezleri, kulüpler boş zamanı evde, aile içinde değil; aileyle birlikte bile olsa ev dışında kurumsal yapılarda geçirmemize neden olmaktadır. Bu bir toplumsal farklılaşmanın mevcudiyetine işaret etmektedir. İlk sorunuz çerçevesinde konuştuğumuz gibi homojen ve farklılaşmamış aile/akrabalık gruplarına dayanan yapının zaman içinde heterojen bir topluma doğru değişim geçirmesi söz konusudur. Memphis, Uruk, Babil, Persepolis, Atina, Sparta, Kudüs, Şam, Bağdat, Kahire, İstanbul gibi şehirler, örgütlenmiş dini yapılarıyla, tarım dışı üretimleriyle ve gelişmiş ticaret ağlarıyla ortaya çıkmışlardı. Aile ve akrabalık gruplarına bağlı olan kırsal örgütlenmelerden profesyonel meslek gruplarına bağlı kentsel yapılara geçiş, modern toplumun ortaya çıkmasından önce de söz konusuydu. Bu toplumlarda da nesebe dayalı asabiye azalmış; profesyonellik ve kurumsal çalışma öne çıkmaya başlamıştı. Ancak 15. yüzyıl sonundan itibaren tedricen kurulmaya başlayan kapitalist-dünya sistem, feodal sistemi ortadan kaldırmak suretiyle o zamana kadar toplumların çoğunluğunu oluşturan kırsal yerleşimlerin ve geleneksel geniş ailelerin sayısal ve oransal olarak gerilemesine yol açmıştır. Günümüz Türkiye’sine bakacak olursak, TUİK verileri il ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranını 2020’de %93 olarak göstermektedir. Belde ve köylerde yaşayanların oranı ise bu dönemde %7’ye düşmüştür. TUİK’in 2020 İstatistiklerle Aile bülteninde belirtildiğine göre, 2008’de 4 olan ortalama hane halkı büyüklüğü de 2020 yılında 3,30 kişiye düşmüştür. Buna karşılık tek kişilik hanelerin oranı % 17,9’a yükselmiştir. Bu demektir ki aslında uygarlık tarihi boyunca devam etmiş ve modern toplumun ortaya çıkışıyla hızlanmış olan ailenin işlevlerindeki daralma ve üye sayısındaki azalma devam etmektedir. Ancak geleneksel geniş ailenin de dönemsel ihtiyaçlardan doğmuş sosyolojik bir gerçeklik olduğunu aklımızda tutmamız gerekir. O zaman, daha serinkanlı bir yaklaşımla aile konusunu masaya yatırabilir; geleceğin İslami ailesi hakkında gerçekçi model ve politikalar ortaya koyabiliriz.
Geleneksel İslam yorumları köy/kır temelli midir? Şehirde yaşanan İslam’ın geleneksel din algısı ile bağı nedir?
Geleneksel İslam yorumları da kentlerdeki ilim merkezlerinde ortaya çıkmış, işlenmiş ve geliştirilmiştir. İslam Düşünce Atlası projesinin web sayfasına göz atacak olursanız; Hicaz, Suriye, Irak, İran, Horasan, Maveraünnehir, Harezm, Orta Asya, Hindistan, Anadolu, Mısır, Mağrib, Endülüs kültür havzalarından bahsedildiğini görürsünüz. Bu havzalarda önemli ilim merkezleri kurulmuştur. Osman Özgüdenli’nin Atlas’ta detaylı bir şekilde anlattığı üzere, İslam düşünce tarihinde önemli yer tutan ve ev sahipliği yaptıkları medreselerle birer çekim merkezine dönüşen şehirler arasında, Mekke, Medine, Şam, Halep, Hama, Humus, Kufe, Basra, Bağdat, Musul, İsfahan, Merv, Rey, Kum, Horasan, Tebriz, Merağa, Nişabur, Herat, Buhara, Semerkand, Lahor, Delhi, Agra, Konya, Kayseri, Ankara, Diyarbakır, Mardin, İznik, Bursa, Edirne, İstanbul, Kahire, İskenderiye, Trablus, Tilimsan, Kurtuba, Gırnata, Sevilla sayılabilir. Bunlar mevcut listenin sadece küçük bir kısmıdır. Ancak bu kültürel çiçeklenmeler sırasında bazı sorunlar da ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlilerinden biri, İslam Düşünce Enstitüsü’nün “İslami İlimlerde Usul” başlığı altında değerlendirdiği bütünselci yaklaşımdan uzaklaşma sorunudur. Enstitü, İslami ilimler kavramının zaman içinde daraltılarak tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi ilimlere indirgendiğine, dini ilimler-tabii ilimler, akli ilimler-nakli ilimler şeklinde parçalandığına, dinî ilimler alanı da kendi içinde ihtisaslaşmayla parçalanınca bütünselci yaklaşımdan giderek uzaklaşıldığına dikkat çekmektedir. İşte şehirler geçmişte ve bugün benzeri ilmi tartışmalara ev sahipliği yapmış, geleneksel fikirlerin olduğu kadar eleştirel ve devrimci fikirlerin de içinde geliştiği rahim olmuşlardır.